Pazartesi, Ocak 30, 2006

Alone With Everybody

the flesh covers the bone
and they put a mind
in there and
sometimes a soul,
and the women break
vases against the walls
and the men drink too
much
and nobody finds
the one
but keep looking crawling in and out
of beds.
flesh covers
the bone and the
flesh searches
for more than
flesh.

there's no chance
at all:
we are all trapped
by a singular
fate.

nobody ever finds
the one.

the city dumps fill
the junkyards fill
the madhouses fill
the hospitals fill
the graveyards fill

nothing else
fills.

Charles Bukowski

Tales of Ordinary Madness (Sıradan Delilik Hikayeleri)

Bu haftasonu bir başka Bukowski filmi daha keşvettim; “Tales of Ordinary Madness”. Tabi benim keşvimin yaklaşık yirmi yıl kadar kaybı var, ne de olsa film 1981 yapımı. Geçtiğimiz film festivalinde izlediğim “Factotum” (aşağıda bir yerlerde posteri olacaktı) ile aldığım derin darbenin hatıraları (Ki Bukowski’yi şahsen sevip okuyan birisi olarak al baştan şaşırmanın kendisi daha da şaşkınlık vericiydi) bu filmle yeniden kabardı, aktı. Factotum’un o nüktedan hali Bukowski’nin derin kederiyle başa çıkmamıza ne kadar yardım ediyorduysa bu filmde o nükteleri oldukça az görmek mümkün. Filmin daha da acılı hikayesi ile tamamiyle kocaman siyah bir keder bizi bekliyor. Yine de filmleri bu sıra ile seyretmekten memnunum çünkü Bukovski’nin hayat hikayesinin kronolojisine böylesi daha çok uyuyor. Sıradan Delilik Hikayelerinde daha ölüme yaklaşmış, hayatı daha çok anlamış bir Bukowski’den bahsetmek mümkün, bu çok da birşeyleri değiştirmese de..

Bukowski’nin hakikaten gelmiş geçmiş en büyük kahramanlardan biri olduğunu söylemekle diğerlerine haksızlık etmiş olmayız. Her dakika her yerde pompalanan “Amerikan Rüyası”na bu derece karşı durmuş ve tüm dünyaya adını duyurmuş bir kahraman daha yok. Onu Che Guevara’dan ve benzerlerinden de üstün kılan tam da bu rüyanın ortasında oturup kimsenin sahip olamayacağı bir kuvvetle içmekten ve yazmaktan başka birşey yapmamış olması belki de. Kendisine altın tabaklarla uzatılan her rüyayı al aşağı edebilme gücü pek azımızda olsa gerek. Ve herşeyi “Stille” yapmak gerekliliğine çokça inanmış, ki kastettiği stil Hemingway’in bir tüfekle beynini durvarlara uçurduğu stil. Bu yüzden çoğumuzun üzerinde Che Guevara resimli tişötler var, çünkü Bukowskiyi üzerimizde taşımak kolay değil. Güç istiyor, cesaret istiyor, “stil” istiyor..

Bir çoğu Bukowski’yi seks düşkünü bir ayyaş, evsiz olarak görmüş, görüyor. Bu insanlar ki çoğu, hayatı yapılabilecek, inşaa edilebilecek bir şey olarak gören, gül bahçesine ulaşmanın an meselesi olduğundan emin olan ve bunun aksini hatırlatan her şeyi büyük bir öfke ile bir kenara atmayı görev bilen insanlar. Oysa ki hayatı olduğu gibi görmek için derin bir ruh ve biraz da dürüstlük gerekiyor, pek fazla yok etrafta sanırım. Bukowski ise kendisini delilikten alıkoyan tek şeyin yazdığı kelimeler olduğunu söylemekten çekinmiyor. En azından ne dediğini dinlemek gerekmez mi?

“ Style... Style is the answer to everything. A fresh way to approach to a dull or dangerous thing. To do a dull thing with a style is preferable to do a dangerous thing without a style. To do a dangerous thing with a style is what I call art. Bull fight can be an art, boxing can be an art, loving can be an art, opening a can of sardines can be an art. Not many have style. Not many can keep style. I have seen dogs have more style than men, allthough not many dogs have style. Cats have it with abundance.
When Hemingway put his brains to the wall with a shotgun, that was style. Sometimes people give you style; Joan of Arc, John the Baptiste, Jesus, Socrates, Cesar. I have met men in jail with style, I have met men in style in jail than men out of jail.
Style is a difference, a way of doing, a way of being done..”