Çarşamba, Aralık 24, 2008

DUVAR


Bir duygu var. Habire gidip gidip aynı duvara çarpma duygusu gibi, arabesk gibi, içki içmek gibi hastalanacak kadar, bırakamayacak kadar. Lars von Trier filmlerindeki gibi, Zeki Demirkubuz’un Kader’i gibi…

Şarkılardan geliyor hep, filmlerden. Hem onlardan, hem de onca insanın aynı duyguda olması halinin kendi hissini onaylamasından. Sözler var, iki kelime, bazen bir cümle, bazen sadece birinin sesi, hangi dilde söylerse söylesin.

Aynı kaderi yaşamamak için oruç tutar gibi, sır saklar gibi, iradene varını yoğunu yatırsan da, içinden, için için duvara çarpmak gibi…Kabuk tutamadan bir defa, bir defa daha hep aynı yerinden, duvara çarpmak; kendi inşa ettiğin duvarlara, orada olmayan duvarlara, duvar diye boşluğa, duvar diye insanlara..

Kendi hayatının ikiliğinde, nasılsa, hem her gün akarak, hem de aynı duvara her gün çarparak, biteviye.

Kendine çelme takar gibi, yalan söyler gibi, direnir gibi, evlat gibi, ur gibi, sessizlik gibi, nefessizlik gibi, varlığımdan daha gerçek, benliğimden daha ben, gidemediğim yerler, duramadığım odalar gibi, sis gibi, duman gibi, felç gibi, hiç açılmamış kapılar gibi..

Bir duygu var, mümkün.

Perşembe, Temmuz 24, 2008

KURTADAMLIK MÜESSESESİ VE METROPOL KURTLARI


Dörtyüzyıl önce serikatiller avrupayı dolaşıp kurbanlarını akıl almaz bir vahşet ve hayvani biçimlerde öldürdüklerinde onlara “Likantofi” deniyordu. Bu kurt anlamına gelen “Lykos” ve adam anlamına gelen “Antropos” kelimelerinin birleşimden oluşuyordu. Zaman içinde kurtadamlık müessesesi dönemin ahlaki normlarına göre değişen her canavar gibi çok başka şeyleri temsil etmeye başladı. Roma ve Türk mitolojilerinde büyük kahramanları nasıl büyük olduklarını anlatırken çocukken bir kurtun onları bulup büyüttüğünden bahsedilir. Bu onlara dayanıklılık, güç ve cesaret verir, hatta uluslar kurarlar efsanelerinden.

Beyazperdeki en saygı değer ve akılda kalıcı kurtadam ise Jack Nicholson olsa gerek. Kendisinin “yaşlı kurt”luğu bir yana, özellikle Shining’den sonra onun bakışlarının, şen şakrak mizacının altında her an başkalaşmaya, delirmeye hazır bişeyler arar olduk. Ki kurtadamlar da aslında literatürde böyle birşeyleri tasvir eder; aniden zincirlerinden kurtulan erkek cinselliğini. Toplum içinde yaşama çabasıyla üzerine kılık kıyafet geçirmiş, sevecen olamasa bile zararsızlığı ile insan sevgisinden mahrum kalmamaya çalışmış, yalnızlıktan muzdarip ket vura vura çoğaltıp canavarlaştırdığı cinsel arzusu aniden kontrolden çıkan bir insan evladı.. Korku sineması rahatlatır insanı, kendinde başa çıkamadığını etten kemikten bir canavara mal eder, onunla bir de savaşır, oldürür, kurtulur. Fakat tıpkı vampirler gibi kurtadamlar da yıllar içinde beyazperde değiştiler. Daha insancıl oldular. Hayvani taraflarından pişmanlık duyan, “insani” taraflarına daha çok öykünen kurtadamlarla tanıştık. Hatta daha da sonra “iyi” kurtadamlarla “kötü” kurtadamlar birbirinden ayrıldı, dahası birbiriyle savaştı. Tıpkı Harry Potter’daki Remus Lupin ve Fenrir Greyback gibi.

Bir de Boris Vian’ın alternatif kurtadam hikayesi var. Yakışıklı, medeni, vejeteryan bir kurt olan Denis keyifle dekore edilmiş mağarasında yaşayıp, sadece ağaçlar ve yaz akşamları ile kafasını kurcalarken bir gün bir insan tarafından ısırılıyor. Sonrasında kendisini şehirde buluyor, ne yapacağını bilemez halde bir restauranta gidip sipariş veriyor. Derken yanına oldukça cazibeli bir kadın oturup kendisine kur yapmaya başlıyor. Daha önce karşılaşmadığı bu durum karşısında ne yapacağını bilemeyen Denis eli ayağı titrer vaziyette artık yaşaması gereken bu yeni dünyada nasıl hayatta kalacağını düşünmeye başlıyor. Bundan böyle “Nereye gidiyorsun kentsoylu?” sorusuna cevap bulması gerektiğini anlıyor ve insan olmaya lanet ediyor.



Bütün fantastik filmlerin kahramanı kurtadamlar bir yana içimizi en çok parçalayan Sting’in “Moon over Burbon Street”indeki kurtadamdır. Çünkü şehirlidir o, bizim gibi, New Orleans’ın ışıklı caddelerine uzaktan bakıp içindeki ikilemlerle boğuşur, yarı karanlıkta kendini affedemez. Bir canavarın gözlerine, günahkarın yüzüne ve rahibin ellerine sahiptir ve her gün güçlü olabilmek için dua eder. Metropoldeki bu kurtadamlar ve kurtkadınlar huşu içinde yaşadıkları dünyalarından beklemedikleri bir anda aldıkları ısırıkla, kanlarını akıta akıta izlerini en kolay kaybettirebilecekleri daha da kalabalık metropollere gelmişler ve burada şehrin insanları birbirine temas ettirmeyen telaşesine sığınmışlardır. Kadim yanlızlıklarından ve gitgide dönüştükleri yaratığın dehşetinden saklayarak kaçınmaya çalışırken arkalarında başka kurbanlar, başka dönüşenler bırakırlar, gizledikleri vicdan azabıyla. O ilk ısırık, büyük kudret taşır. Bu ısırığın ne kadar çabuk, ya da ne kadar korkunç bir dönüşüme uğratacağı ısıranın kuvvetinde değil, ısırılanın tam da o zamandaki zayıflığında yatar. Ne kadar kırık, ne kadar güçsüz ve kopmuşsa bağları hayattan, o kadar başkalaşır insan, kurta doğru. Güç çünkü aslında çok değişkedir; zaman, mekan, içinde bulunulan durum belirler daima dengeleri. Metropolün yanlızlığı derilerinin altındaki virüsü her geçen gün besler. Hırpalayıp öldürürler değer verdiklerini ki her seferinde o bildikleri, tanıdıkları yanlızlıklarına geri dönebilsinler, bilmeden asıl virüsün yanlızlığın ta kendisi olduğunu.



Bazen o kalabalıkta iki kurt birbirini bulur. Fakat zamanla o kadar ustalaşırlar ki kurtluklarını gizlemekte, birbirlerini kurban zannederek usulca yaklaşırlar. Birbirlerinde buldukları ama tanımlayamadıkları o tandık şey cazip gelir, yakınlaştırır. Eğer birisinden biri farkedip zamanında kaçamaz da birbirlerini ısırırlarsa işte o zaman bir büyük ayna olurlar birbirlerine ve kendilerine. En büyük yıkım gerçekleşir ve gerçek güç ortaya çıkar kişi kendisiyle yüzleştiği zaman. Hayatta kalabilen olursa ya artık lanetini küllerine gömmeyi başarmıştır, ya da tamamiyle kontrol edilemez bir canavara dönüşmüştür. Geri dönüşsüz..



Cat Power – The Werewolf Song

Oh the werewolf, oh the werewolf
Comes stepping along
He don't even break the branches where he's gone
Once I saw him in the moonlight, when the bats were a flying
I saw the werewolf, and the werewolf was crying

Cryin' nobody knows, nobody knows, body knows
How I loved the man, as I teared off his clothes.
Cryin' nobody know, nobody knows my pain
When I see that it's risen; that full moon again

For the werewolf, for the werewolf have sympathy
For the werewolf, somebody like you and me.
And only he goes to me, man this little flute I play.
All through the night, until the light of day, and we are doomed to play.

For the werewolf, for the werewolf, has sympathy
For the werewolf, somebody like you and me.

Çarşamba, Temmuz 23, 2008

EASY RIDER; ÖZGÜRLÜKLER ÜLKESİNE YOLCULUK*


“Pazarda alınıp satıldığın sürece özgür olmak gerçekten zor. Fakat asla kimseye özgür olmadıklarını söyleme, çünkü o zaman sana aksini ispat etmek için öldürmek ve sakatlamakla meşgul olurlar. Bireysel özgürlükler hakkında sana konuşurlar da konuşurlar ama özgür bir birey gördüklerinde bu onları korkutur, tehlikeli yapar.”



Dennis Hopper ve Peter Fonda, Jack Nicholson’ın yazdığı The Trip (1067) filminden çıkar çıkmaz beraber bir film yapmaya karar veriyorlar. Fakat bu sefer motorsiklet, uyuşturucu ya da seksle ilgili olmaması konusunda uzun süre ısrar ediyorlar ve çok şükür en nihayetinde dönemin de etkisiyle Hopper’ın Easy Rider fikrine direnemeyip bir yol filmi çekmeye karar veriyorlar. Film kısa sürede hasılat rekorları kırarak Amerika’nın kendine bakışını baştan ayağa değiştirmekle kalmıyor, çekim arkası hikayeleriyle de nesilden nesile süren bir efsane haline geliyor. Denk gelmiş de çekilivermiş kadar doğal haliyle bu film aslında içinde oldukları 68 kuşağının tam da aynı özelliği içinde hayata ve insana dair müthiş bir sorumluluk taşır. Easy Rider bağımsız sinemanın en önemli örneklerinden biri olarak stüdyolara bağımlı Hollywood’a alternatif bir yerde durmuş ve büyük şirketler tarafından dağıtılan ilk bağımsız film olmuştur. Ayrıca Cannes Film Festivali’nde de Hopper’a En İyi İlk Film ödülü kazandırmıştır.

Kokain ticareti yapan Wyatt (Peter Fonda) ve Billy (Dennis Hopper) (Hopper vahşi batıya gönderme yapmak için Wyatt Earp ve Billy The Kid’e ithafen bu isimleri seçiyor, çoğu yerde de Amerikan bayrağı ceketiyle gezinen Wyatt’ı “Kaptan Amerika” diye tanıştırıyor) kazandıkları para ile iki motorsiklet alarak Los Angeles’tan New Orleans’taki Mardi Gras’ya katılmak üzere yola çıkıyorlar. Yol boyunca Amerika’nın o döneminde içinde barındırdığı hayatlara temas ederken, kendilerini aslında pek de tanımadıkları bir ülkede hissediyorlar. Bazen bir çiftçinin sofrasına buyur ediliyorlar, bazen bir hippi komününde konaklıyorlar, bazen de özellikle de güneye indikçe düşman bakışlar altında yollarına devam etmek zorunda kalıyorlar. Yarı yolda varlıklı bir ailenin alkolik, avukat oğlu George Hanson (Jack Nicholson) da onlara katılıyor. Hanson, hayat kostümünden beklenmedik bir şekilde, alkolikliği meğer hayatı sorgulamasından sebep, filmin alt metninin sesi oluyor. Çoğu zaman çekilen sahne sırasında içtiği esrardan kaynaklanan doğaçlamalarıyla da Nicholson filmin hem ideolojisini ortaya koyuyor hem de sonrasında gelen En İyi yardımcı Erkek Oyuncu Oscar Adaylığı ile bırakmak üzere olduğu kariyerine daha sıkı tutunmaya karar veriyor.



Aslında Wyatt ve Billy’nin niyeti tüm otoritelerin boyunduruğunu reddeden birer hippi olarak ruhani bir yolculuğa çıkmaktır, hatta öyleki Wyatt sembolik olarak yolun başında saatini çıkarıp atar, ne de olsa saate ayarlı bir zaman fikri de bir otorite ve sistemin en zorlayıcı parçasıdır. Bu bağlamda, yönetmen koltuğundaki Hopper da yaptıkları filmin bile belki izleyci üzerinde bir otorite olmasından kaygılanmış ve filme sahne geçişlerindeki üçlü sıçramalar gibi özdeşleşmeyi kıracak unsurlar eklemiştir. Fakat aslında filmin kahramanlarına yola çıkabilme özgürlüğünü sağlayan hem beden, hem toplum üzerindeki en tam teslimiyetli otoritelerden biri olan uyuşturucudan kazandıkları paradır. Bunu da yine efsanevi başka bir sahne ile film anlatır; Wyatt parayı plastik bir borunun içine koyarak üzerinde Amerikan bayrağı olan motorunun benzin deposuna sokar ve orada saklar. Bu görüntü, sonrasında Fonda’nın sözleriyle “Amerika’yı beceren uyuşturucu parası”na bir göndermedir.




Yoldaki her durak biraz daha onların ideallerindeki hayattan Amerika’nın ne kadar uzak olduğunu gözleri önüne serer. Kahramanlarımız, Hollywood’da bile uzun saçın hoş karşılanmadığı bir dönemde, bir güney kasabasındaki köylülerin düşmanlığını ciddiye almamak gibi bir hata yapacak kadar ileri giderler, ne de olsa özgürlükler ülkesindedirler ve artık birilerinin özgür olmaya başlaması gerektiğini düşünürler. Oysaki belki de kimsenin özgür olmadığı bir ülkede, insanları en çığırından çıkartacak şey bunu onlara hatırlatacak birileridir.

Filmin olay yaratan ve o dönemin en bezersiz sahnelerinden biri de Wyatt ve Billy’nin iki fahişeyle birlikte LSD vesilesiyle yaptıkları psikedelik “seyahattir”. Çeşitli görüntü, renkler ve sahne geçişleriyle izleyiciye tam bir LSD tecrübesi yaşatır. Wyatt’ın yani Fonda’nın Meryem heykelinin kucağında oturup annesine nefretini kusma sahnesi LSD’nin etkisiyle doğaçlama olmuş gerçek bir sahnedir. Çünkü Fonda’nın annesi aslında kendisi onbir yaşındayken intihar etmiştir ve o sahnede kendi annesine seslenmektedir “Beni neden terkettin?” derken. Hopper bu sahneyi filmde tutmak için çekim sonrası Fonda’yı ikna etmek zorunda kalır, çünkü kendisi bu haykırışların muhattabı olan annenin Amerika ile özdeşleştiğini düşünür ve Amerika’nın, anavatanlarının, evlatlarını niye terkettiğini aslında sormak ister film boyu.


Bir yol filmi olup da müziklerinin efsane olmaması herhalde pek mümkün değil, fakat Easy Rider’ın müziklerinin kendi efsanesini bile aştığını söylemek belki de yanlış olmaz. Aslında filmin müziklerini yapması için Hopper; Cosby, Stills and Nash’e teklif götürmüştür, ama grup filmi izledikten sonra “Bizim müziğimiz bu filmin yanına bile yaklaşamaz” demişler ve saygıyla reddetmişlerdir. Böylece albüm şimdiki halini almış ve Roger McGuinn “Ballad of Easy Rider”, Bob Dylan “It’s Alright Ma (I’m Only Bleeding)”, Jimi Hendrix “If 6 was 9” ve hepsinden de ayrı Steppenwolf “Born to be Wild” bizim için bu filmden sonra artık birer görüntülü şarkı olmuştur.


Filmin etkileyici sonuna dair o dönemdeki izleyiciden nasıl tepkiler geldiğini de kısa bir not halinde de olsa vermekte fayda var. İlk gösterim sonrası Los Angeles’ta seyirciler filmi ve filmi yapma cesaretinden dolayı Peter Fonda ve Dennis Hopper’ı ayakta alkışlarken, doğu ve güney eyaletlerindeki izleyiciler filmin sonundaki köylüleri alkışlamış ve adaletin yerini bulmuş olmasından duydukları keyifle sevinç naraları atmışlardır.



*Bu yazı Bahçeşehir Üniversitesi'nin tema sponsoru olduğu 27. Film Festivali'ndeki "68 ve Mirası" bölümü için basılan dergide yer almıştır.

B2 3. SAYI ÇIKTI


Bu sayıda "Sinemada Feminizm, "Bakış" ve Ataerkil Bilinçaltı" başlıklı yazımı bulabilirsiniz. Sinemadaki iktidarı ve iktidarlık biçimlerini sorgulayan bir yazı.

Çarşamba, Nisan 09, 2008

B2-BAĞIMSIZ SİNEMA VE TEKNOLOJİLERİ DERGİSİ

Online olarak, iki ayda bir yayınlanan Bağımsız Sinema ve Teknolojileri Dergisinin 2. sayısı çıktı..
Ve ben de bu sayıdan itibaren bu güzel ekibin bir yazarıyım. !F İstanbul ve Bukowski'nin Cesaret Sıkma Makinesi hikayesinden uyarlama kısa filmle ilgili yazımı buradan okuyabilirsiniz.

Çarşamba, Ocak 23, 2008

WONG KAR WAI, ARABESK VE BIRAKMAK ÜZERİNE...


Filmleri bazen görüntüleriyle, bazen fikirleriyle, bazen de atmosferleriyle hatırlarız. Ama en kuvvetli hatırlamalar hep duygu ile olandır. Duygu ile hatırladığımız filmler kuvvetli filmlerdir, hep oralarda bir yerde dururlar. Ve eğer bir auter filmi ise filmi yapan onun yarattığı duyguyu her filmde tanırız, hatırlarız. Wong Kar Wai duygu yaratma konusundaki en kuvvetli yönetmenlerden biri olsa gerek. Genelde görüntüleri ve yarattığı melankolik atmosfer ile tanınır, oysa hepsi sürekli olarak tekrar eden ve bizi alıkoyan duyguları yaratmak içindir.
Tüm filmleri muazzam aşkları anlatıyor gibidir. Orda dururken, tesadüfen birden geliveren, yokluğu varlığından daha kuvvetli olan, hiç bir çabaya oralı olmayan dumanlı bir renk humması. Şimdiye kadar yapılmış binlerce aşk tanımından hiçbiri insan için daimi sayılamıyor, hep anlık tanımlarla rahatlayabiliyoruz. Ama bunların içinde en çok sığınılan, en yakın bulunup insanın kendisini düşmeye müsade ettiği aslında aşk değil de galiba bağımlılık. Wong kar Wai’nin karakterleri de daima nefes alamayacak kadar bağımlıdır.


My Blueberry Nights’ta da bu bağımlılık hali Hollywood etkisiyle daha da görselleşmiş. Aldatan sevgilisine dair bağımlılığından geride kalanları keşvetmek için çıkılmış bir yol hikayesi bir yanda, her gece bırakılmanın reddedildiği bir evliliğin ego ezintileri diğer yanda. Aşkın tanımı daimi bir bırakmama hali, tabi bağımlılığında… Bu yüzden meyhaneler belki de dolup taşıyor, herkes artık bırakması gerekene önündeki bardak gibi sıkı sıkıya yapışmış.. Elbet bunun hafızayla müthiş ilgisi var, artık ucunu tuttuğu şeyi bırakma sebeplerinin hepsini en fazla bir günde unutmak gerek. Tıpkı her sabah uyanınca alkolün kendine yaptırdıklarını unutup süt koyacağı fincana votka dolduran adam gibi.. Bir bırakabildiği kendini büyük bir arabesk, bir yerlerde belki de biri beni anlıyor hissi...Bir insansa bu bırakılması gereken hele de yoksa, yokluğunda istediğini hatırlamak serbest. O yüzden doldur doldurabildiğini, çıkart istediğini. Öyle de hakimiz ki aslında yaratımlarımıza, kalp kırıldığında gerçekten kalbimiz acıyor.

Insandan başka hayatın neresine bakarsanız bakın yaşamanın büyük sırrını görmek mümkün. O sır direnmemek, olduğu gibi geldiği gibi yaşamdan geçmek. Düşmeye direnen bir yaprak ya da esmemek için kendini tutan bir rüzgar yok. Bu sebeple de akıyor hayat, hep başka bir form buluyor, eksilenin yeri doluyor. Asla yok olmuyor ama değişiyor. Direnç tek ıstırap sebebi ve biz insanlar ıstıraplara değilmiş gibi yapsak da pek bir bayılıyoruz. Istıraplara sıkı sıkı sarılıyoruz, çünkü değişim bize dehşet veriyor. Hep o yarattığımız, ıstırap da olsa neyin ne olduğunu bildiğimiz güvenli yerde olmaya çalışıyoruz. Zihnimiz duyguları kullanarak bizi hep esarette kılıyor. Bu yüzden bu hayat gelmiş geçmiş en kıymetli deneyim. Dirensek de değişiyor ve birşeyleri bilememenin bizim için ne müthiş bir hediye olduğunu çok zaman takdir edemiyoruz. Bırakmanın zevkinden bolluğundan korkuyoruz. Bedenimizin maddesi uçuşkan olmamak için elinden geleni yapıyor. Yetenekli bırakamayanlar ise Wong Kar Wai gibi bize o hissin bulanık renkli halini durduk yerde yeniden yeniden getiriveriyor. Ya da Bukowski gibi ömrü boyunca özgürlük peşinde koşup sımsıkı sarıldığı bağımlılıklarına duyduğu tutkuyu bize okutturuyor. Ben kendi adıma bu ustalardan asla vazgeçemeyecek olsam da, bırakmayı niyet ediyorum, beni bırakmayanları da huzurla azad ediyorum. Eğer seyahatse de bu kocaman bir seyahat peşindeyim.

TEKKONKINKREET; HEM GÖZE HEM RUHA DAİR *


“Ateşin olayı nedir? Öylesine sakin ve huzurlu ama içinde tamamiyle güç ve tahribat dolu. Birşeyler saklıyor, tıpkı insanlar gibi...Bazen içinde ne olduğunu bulmak için yakınlaşmak gerekir. Bazen gerçeği görmek için yanman gerekir.”


Tekkonkinkreet henüz belki de çok fazla bilinmeyen ve müthis derece heyecan verici özelliklere sahip bir anime. Bu özelliklerden ilk sayabileceğimiz kendisinin Japonya’da, japon bir ekip ile ilk kez Japon olmayan bir yönetmenin emekleri ile ortaya çıkmış olması. Michael Arias aslında daha önce The Animatrix, The Road to El Dorado ve Mononoke-Him gibi filmlerin görüntü efektleri uzmanlığını yapmış bir amerikalı, ilk kez yönetmenliği Tekkonkinkreet ile deniyor, yüzünün akıyla hatta daha fazlasıyla da işin içinden çıkmış gibi görünüyor. Taiyo Matsumoto’nun mangasından uyarlanmış bu animenin daha trailerını seyrederken inanılmaz güzellikteki detaylarla tasarlanmış şehir planları, bir kuzgunun gözünden güneşli bir günde o sokakların yarattığı karanlık duygular ve karakterlerin sadeliği, özgünlüğü karşısında insanın gözleri doluyor. Evet çok sayıda animasyon seyrettik, çok sayıda karakterler gördük etkilendik ama yine de hala bu kadar sade, bu kadar Japon ve yine de böylesine başka karakterler tasarlanabileceğine insan şaşırıyor. Bunda Matsumoto’nun uzun yıllar Fransa’da çizgi roman çalışmasının da payı var elbette. Epey melez bir neticeden söz ediyoruz yani, bunca farklı tecrübenin bütün orijinlerinden daha orjinal bir ürün ortaya koyduğunu söylersek sanırım haksızlık etmiş olmayız.


Filmin soluk, metalik ama rengarenk bir dünyası var. Sanki bütün o renkli tabelalar, posterler, neonlar şehrin gerçekleri ile bir deniz gibi örtülüyor ve derinleştikçe renklerden fire veriyor. Filmin genel olarak Black and White adlı yetim iki çocuğun Treasure Town adlı her tür karanlık işin döndüğü bir yerde hayatta kalabilme ve bir taraftan da buranın düzenini vahşi bir şeklide de olsa kontrol altında tutma çabaları üzerinde şekilleniyor. Kendilerine “Kediler” diyorlar ve efsaneleri her yerde dolaşıyor, polislerle konuşulmayan bir de anlaşmaları var gibi, hatta Yakuzalarla bile. İki kardeş yin ve yang kadar birbirinden farklı ve birbirini tamamlayan karakterler. Gündüzleri çatılarda neredeyse uçarak şehri gözlüyor, geceleri ise kendilerine ev yaptıkları bir vosvosun içinde uyuyorlar, elbette bagaj oyuncak dolu. Black’in büyük bir egosu ve heran kendinden büyük birşeylere dönüşebilecek kocaman bir öfkesi var, onu hayata dair merhametli kılan tek şey White. White ise tüm şehirdeki tek bozulmamış şey, çocuk resimlerinden çıkma ağaçlar ve fillerle dolu bir dünyası var, saflığı ona olacak olanları görebilme yeteneği bahşetmiş, her daim “mutlu ol, mutlu ol” diyerek dolaşıyor. Ama onun da Black’siz bu şehirde hayatta kalabilme şansı yok. Birbirleri için ne kadar gerekli olduklarının farkındalar, tıpkı şehrin varlığını sürdürebilmek için ihtiyacı olan ince denge gibi. Fakat sermaye sahipleri başka kötü adamlarla birleşip Black’in “şehirini” baştan aşağı değiştirip bir büyük para makinası haline getirmeye başlayınca denge bozulmaya başlıyor ve Black de White’tan ayrı düşüyor. Sonrası işte büyük bir kaos, Black yeniyetme bir oğlan çocuğu, egosuyla, erkeklikle, erkekler dünyası ile mücadele etmeye başlıyor. İçindeki karanlık, White olmayınca zihninin derinliklerinden ona fısıldamayı bırakıp büyük güç ve şiddet vaatlerini derin dehlizlerin, sonsuz ateşten bir dünyanın içinden ona yapmaya başlıyor. Derken Black, White’ın beyaz güvercinleri, içindeki karanlığın siyah kuzgunları ile kovalanırken, sonsuz bir uçurumun tepesinde karar vermeye çalışıyor.


Tekkonkinkreet genel geçer bir animeden başka türlü olabilme özgürlüğü ile birlikte japon animelerinin çoklukla sunduğu spiritüel zenginlikle aslında oldukça derinleşiyor, hem de bir yandan amerikan animasyonlarının sunmayacağı kadar da karanlık. Her ne kadar Taoism’in Yin-yang’ını belkemiği almış olsa da, gerek ana buluşma noktalarındaki saatin içinden ansızın beliren dev fil başlı Buda heykeli olsun, gerek baş Yakuza’nın ağzından düşürmediği “Tek ihtiyacımız olan sevgi” nidaları olsun her taraftan ruhani bir zenginlik akıyor. Üstelik bu ne Miyazaki’ninkiler kadar keyifli, ne de Amerikan animasyonlarındaki kadar pembe bir dünyada geçmeyince sanki daha da anlamlı hale geliyor. Evet çizgi filmlerde görünce çok hoş bulsak da cadılardan, canavarladan, bilmediğimiz güçlerden elbette aslında korkuyoruz, hoşlanmıyoruz ve hayatı olduğu gibi kabul edebilmek, sevgiye, keyife dair birşeylere sahip çıkabilmek için gerekli şeyler koca bir şehrin kalabalık sokaklarında, insanlarında ya da zihnimizin bir yerlerinde ansızın belirip kaybolabiliyor. Belki de bunun için gerçekten de her tezatın, her varoluşun birbirinin içinde olduğunu bilmeye ihtiyacımız var. Belki de daha yakından bakmaya ihtiyacımız var..



*Bu yazının Lamb’in Darkness şarkısı eşliğinde okunması tavsiye olunur.

Filmin muhteşem girişi

Trailer