Salı, Ocak 11, 2005

Nina Simone



Luc Besson’un Nikita’sının Amerikan versiyonu “Point of No Return- Dönüşü olmayan Yer”de Bridget Fonda suçlu ilan edilip idam yerine kendini bir ölüm makinası olmak üzere yetiştirileceği gizli üste ve hücresinde bulduğunda kendini esir tutan ajandan tek bir şey ister; "Bana Nina Simone Getirin!".

Oysa elbet Nina daha bu film çevrilmeden yıllar ve de yıllar önce tarihteki yerini çoktan almıştı. O yer ki isyanla, özgürlük tutkusuyla, hayatta öylesine yaşayıp gitmeyen teslim olmayan ne varsa hepsine denk bir yerdi. Nina Simone tutsak olunan duvarlar boyanırken ya da hemen her zamanki kaçış planları zihinde uçuşurken dinlenmesi lazım gelen birşeydi. Yıkıp yeniden yapmanın "desduru"ydu küllü sesi. Öyleki o en sıradan Frank Sinatra’lı Gene Kelly’li filmlerin mutluluk şarkılarını bile söylediğinde bir devrim başlatılabilirdi. O sebeple ki birşeylere başlarken illa ki Nina Simone dinlemek lazımdır.

O sevince de başka türlü sever. Aldatıp yine de kendisine gelen sevgilisine ‘Sus şimdi açıklama, sen benim acımsın, mutluluğumsun, bırak olduğu gibi, dağınık kalsın’ diyebilir. Öyleki sesinde her keyfin içinde keder, kederin içinde keyif olduğunu bilmiş, öğrenmiş, en büyük acılardan geçip ayakta kalmış insan kuvveti bulunur. Bir de elbet o dürüstlüğü ve asla taviz vermediği kendine sadakati.. Bütün bunlar yüzünden belki "Gold" albümünün kapağında siyah bir kedi Nina'yı anlatır.



Bu sebepler ve daha da fazlası yüzünden, belki bir sabah kahvesine onunla başladığımızda faturaları, mailleri, gündelik işlerden ne varsa işte hepsini kılıcın ucuyla mücadeleye hazır yumruklarımızla yapıyormuşuz gibi geliverir. Ah bir de bu yüzyılda, burada, almak için özgürlüğümüzü bahşettiğimiz pahalı ayakkabıların içinde, yüzde yüz huzur garantili oturma grupları üzerinde oturmasaydık, devrim başlatacaktık, ama değiliz. . Belki de gün gelir herşeyi bırakıp daha manidar bişeylere başlayacak güce ihtiyacımız olur, işte o zaman yüzümüzü kapıya dönerken kanda biraz Nina Simon dolaşması lazım gelir.