Çarşamba, Ocak 23, 2008

WONG KAR WAI, ARABESK VE BIRAKMAK ÜZERİNE...


Filmleri bazen görüntüleriyle, bazen fikirleriyle, bazen de atmosferleriyle hatırlarız. Ama en kuvvetli hatırlamalar hep duygu ile olandır. Duygu ile hatırladığımız filmler kuvvetli filmlerdir, hep oralarda bir yerde dururlar. Ve eğer bir auter filmi ise filmi yapan onun yarattığı duyguyu her filmde tanırız, hatırlarız. Wong Kar Wai duygu yaratma konusundaki en kuvvetli yönetmenlerden biri olsa gerek. Genelde görüntüleri ve yarattığı melankolik atmosfer ile tanınır, oysa hepsi sürekli olarak tekrar eden ve bizi alıkoyan duyguları yaratmak içindir.
Tüm filmleri muazzam aşkları anlatıyor gibidir. Orda dururken, tesadüfen birden geliveren, yokluğu varlığından daha kuvvetli olan, hiç bir çabaya oralı olmayan dumanlı bir renk humması. Şimdiye kadar yapılmış binlerce aşk tanımından hiçbiri insan için daimi sayılamıyor, hep anlık tanımlarla rahatlayabiliyoruz. Ama bunların içinde en çok sığınılan, en yakın bulunup insanın kendisini düşmeye müsade ettiği aslında aşk değil de galiba bağımlılık. Wong kar Wai’nin karakterleri de daima nefes alamayacak kadar bağımlıdır.


My Blueberry Nights’ta da bu bağımlılık hali Hollywood etkisiyle daha da görselleşmiş. Aldatan sevgilisine dair bağımlılığından geride kalanları keşvetmek için çıkılmış bir yol hikayesi bir yanda, her gece bırakılmanın reddedildiği bir evliliğin ego ezintileri diğer yanda. Aşkın tanımı daimi bir bırakmama hali, tabi bağımlılığında… Bu yüzden meyhaneler belki de dolup taşıyor, herkes artık bırakması gerekene önündeki bardak gibi sıkı sıkıya yapışmış.. Elbet bunun hafızayla müthiş ilgisi var, artık ucunu tuttuğu şeyi bırakma sebeplerinin hepsini en fazla bir günde unutmak gerek. Tıpkı her sabah uyanınca alkolün kendine yaptırdıklarını unutup süt koyacağı fincana votka dolduran adam gibi.. Bir bırakabildiği kendini büyük bir arabesk, bir yerlerde belki de biri beni anlıyor hissi...Bir insansa bu bırakılması gereken hele de yoksa, yokluğunda istediğini hatırlamak serbest. O yüzden doldur doldurabildiğini, çıkart istediğini. Öyle de hakimiz ki aslında yaratımlarımıza, kalp kırıldığında gerçekten kalbimiz acıyor.

Insandan başka hayatın neresine bakarsanız bakın yaşamanın büyük sırrını görmek mümkün. O sır direnmemek, olduğu gibi geldiği gibi yaşamdan geçmek. Düşmeye direnen bir yaprak ya da esmemek için kendini tutan bir rüzgar yok. Bu sebeple de akıyor hayat, hep başka bir form buluyor, eksilenin yeri doluyor. Asla yok olmuyor ama değişiyor. Direnç tek ıstırap sebebi ve biz insanlar ıstıraplara değilmiş gibi yapsak da pek bir bayılıyoruz. Istıraplara sıkı sıkı sarılıyoruz, çünkü değişim bize dehşet veriyor. Hep o yarattığımız, ıstırap da olsa neyin ne olduğunu bildiğimiz güvenli yerde olmaya çalışıyoruz. Zihnimiz duyguları kullanarak bizi hep esarette kılıyor. Bu yüzden bu hayat gelmiş geçmiş en kıymetli deneyim. Dirensek de değişiyor ve birşeyleri bilememenin bizim için ne müthiş bir hediye olduğunu çok zaman takdir edemiyoruz. Bırakmanın zevkinden bolluğundan korkuyoruz. Bedenimizin maddesi uçuşkan olmamak için elinden geleni yapıyor. Yetenekli bırakamayanlar ise Wong Kar Wai gibi bize o hissin bulanık renkli halini durduk yerde yeniden yeniden getiriveriyor. Ya da Bukowski gibi ömrü boyunca özgürlük peşinde koşup sımsıkı sarıldığı bağımlılıklarına duyduğu tutkuyu bize okutturuyor. Ben kendi adıma bu ustalardan asla vazgeçemeyecek olsam da, bırakmayı niyet ediyorum, beni bırakmayanları da huzurla azad ediyorum. Eğer seyahatse de bu kocaman bir seyahat peşindeyim.

TEKKONKINKREET; HEM GÖZE HEM RUHA DAİR *


“Ateşin olayı nedir? Öylesine sakin ve huzurlu ama içinde tamamiyle güç ve tahribat dolu. Birşeyler saklıyor, tıpkı insanlar gibi...Bazen içinde ne olduğunu bulmak için yakınlaşmak gerekir. Bazen gerçeği görmek için yanman gerekir.”


Tekkonkinkreet henüz belki de çok fazla bilinmeyen ve müthis derece heyecan verici özelliklere sahip bir anime. Bu özelliklerden ilk sayabileceğimiz kendisinin Japonya’da, japon bir ekip ile ilk kez Japon olmayan bir yönetmenin emekleri ile ortaya çıkmış olması. Michael Arias aslında daha önce The Animatrix, The Road to El Dorado ve Mononoke-Him gibi filmlerin görüntü efektleri uzmanlığını yapmış bir amerikalı, ilk kez yönetmenliği Tekkonkinkreet ile deniyor, yüzünün akıyla hatta daha fazlasıyla da işin içinden çıkmış gibi görünüyor. Taiyo Matsumoto’nun mangasından uyarlanmış bu animenin daha trailerını seyrederken inanılmaz güzellikteki detaylarla tasarlanmış şehir planları, bir kuzgunun gözünden güneşli bir günde o sokakların yarattığı karanlık duygular ve karakterlerin sadeliği, özgünlüğü karşısında insanın gözleri doluyor. Evet çok sayıda animasyon seyrettik, çok sayıda karakterler gördük etkilendik ama yine de hala bu kadar sade, bu kadar Japon ve yine de böylesine başka karakterler tasarlanabileceğine insan şaşırıyor. Bunda Matsumoto’nun uzun yıllar Fransa’da çizgi roman çalışmasının da payı var elbette. Epey melez bir neticeden söz ediyoruz yani, bunca farklı tecrübenin bütün orijinlerinden daha orjinal bir ürün ortaya koyduğunu söylersek sanırım haksızlık etmiş olmayız.


Filmin soluk, metalik ama rengarenk bir dünyası var. Sanki bütün o renkli tabelalar, posterler, neonlar şehrin gerçekleri ile bir deniz gibi örtülüyor ve derinleştikçe renklerden fire veriyor. Filmin genel olarak Black and White adlı yetim iki çocuğun Treasure Town adlı her tür karanlık işin döndüğü bir yerde hayatta kalabilme ve bir taraftan da buranın düzenini vahşi bir şeklide de olsa kontrol altında tutma çabaları üzerinde şekilleniyor. Kendilerine “Kediler” diyorlar ve efsaneleri her yerde dolaşıyor, polislerle konuşulmayan bir de anlaşmaları var gibi, hatta Yakuzalarla bile. İki kardeş yin ve yang kadar birbirinden farklı ve birbirini tamamlayan karakterler. Gündüzleri çatılarda neredeyse uçarak şehri gözlüyor, geceleri ise kendilerine ev yaptıkları bir vosvosun içinde uyuyorlar, elbette bagaj oyuncak dolu. Black’in büyük bir egosu ve heran kendinden büyük birşeylere dönüşebilecek kocaman bir öfkesi var, onu hayata dair merhametli kılan tek şey White. White ise tüm şehirdeki tek bozulmamış şey, çocuk resimlerinden çıkma ağaçlar ve fillerle dolu bir dünyası var, saflığı ona olacak olanları görebilme yeteneği bahşetmiş, her daim “mutlu ol, mutlu ol” diyerek dolaşıyor. Ama onun da Black’siz bu şehirde hayatta kalabilme şansı yok. Birbirleri için ne kadar gerekli olduklarının farkındalar, tıpkı şehrin varlığını sürdürebilmek için ihtiyacı olan ince denge gibi. Fakat sermaye sahipleri başka kötü adamlarla birleşip Black’in “şehirini” baştan aşağı değiştirip bir büyük para makinası haline getirmeye başlayınca denge bozulmaya başlıyor ve Black de White’tan ayrı düşüyor. Sonrası işte büyük bir kaos, Black yeniyetme bir oğlan çocuğu, egosuyla, erkeklikle, erkekler dünyası ile mücadele etmeye başlıyor. İçindeki karanlık, White olmayınca zihninin derinliklerinden ona fısıldamayı bırakıp büyük güç ve şiddet vaatlerini derin dehlizlerin, sonsuz ateşten bir dünyanın içinden ona yapmaya başlıyor. Derken Black, White’ın beyaz güvercinleri, içindeki karanlığın siyah kuzgunları ile kovalanırken, sonsuz bir uçurumun tepesinde karar vermeye çalışıyor.


Tekkonkinkreet genel geçer bir animeden başka türlü olabilme özgürlüğü ile birlikte japon animelerinin çoklukla sunduğu spiritüel zenginlikle aslında oldukça derinleşiyor, hem de bir yandan amerikan animasyonlarının sunmayacağı kadar da karanlık. Her ne kadar Taoism’in Yin-yang’ını belkemiği almış olsa da, gerek ana buluşma noktalarındaki saatin içinden ansızın beliren dev fil başlı Buda heykeli olsun, gerek baş Yakuza’nın ağzından düşürmediği “Tek ihtiyacımız olan sevgi” nidaları olsun her taraftan ruhani bir zenginlik akıyor. Üstelik bu ne Miyazaki’ninkiler kadar keyifli, ne de Amerikan animasyonlarındaki kadar pembe bir dünyada geçmeyince sanki daha da anlamlı hale geliyor. Evet çizgi filmlerde görünce çok hoş bulsak da cadılardan, canavarladan, bilmediğimiz güçlerden elbette aslında korkuyoruz, hoşlanmıyoruz ve hayatı olduğu gibi kabul edebilmek, sevgiye, keyife dair birşeylere sahip çıkabilmek için gerekli şeyler koca bir şehrin kalabalık sokaklarında, insanlarında ya da zihnimizin bir yerlerinde ansızın belirip kaybolabiliyor. Belki de bunun için gerçekten de her tezatın, her varoluşun birbirinin içinde olduğunu bilmeye ihtiyacımız var. Belki de daha yakından bakmaya ihtiyacımız var..



*Bu yazının Lamb’in Darkness şarkısı eşliğinde okunması tavsiye olunur.

Filmin muhteşem girişi

Trailer