Pazartesi, Şubat 09, 2009

İz Bırakan Filmler Listesi

Geçenlerde biri en sevdiğim ilk on filmi sorunca kalakaldım. Böyle pop-on tarzı bi liste yapılamayacağı muhakkak ama bende iz bırakan filmleri bi yere not etmek iyi fikir gibi geldi.
Bir haftanın sonunda aşağıdaki gibi bir liste çıktı; en sevimli aşk filmlerinden, bakmaya tahammül edilemeyecek korku filmlerine, animasyondan bilim kurguya epey geniş bir scala olduğu söylenebilir. Elbette çok şey insanda iz bırakabilir, ama bu filmler izledikten sonra hayata geri dönüşsüz, başka türlü bakmamda yardımcı olan filmler, izler de taşımaktan hoşlandığım izler. Bu listeyi yeni izler aldıkça yenileyeceğim.

De Profundis / Miguelanxo Prado
Eternal sunshine of the spotless mind / Michael Gondry
No Man's Land / Danis Tanovich
Edukators / Hans Weingartner
Jeux D'enfants / Yann Samuel
Darjeeling Limited / Wes Anderson
Lock Stock and Two Smoking Barrels / Guy Ritchie
Shawshank Redemption / Frank Darabont
Belle de Jour / Luis Bunuel
Barefoot in the Park / Gene Saks
Wristcutters: A Love Story / Goran Dukic
Howl's Moving Castle / Hayao Miyazaki
Star Wars (all episodes)
Shining / Stanley Kubrick
Funny Games / Michael Haneke
Hable Con Ella / Pedro Almodovar
Grindhouse / Quentin Tarantino - Robert Rodriguez
Le Fate Ignoranti / Ferzan Özpetek (a Turkish director)
The Book of Life / Hal Hartley
Rear Window / Alfred Hitchcock
Love in the Afternoon / Billy Wilder
The Little Mermaid / Disney's animation
The Big Blue / Luc Besson
New York Stories / Francis Ford Coppola, Woody Allen, Martin Scorcesse
The Time Machine (1960)
The Children of Men / Alfonso Cuaron
War of the Worlds (1953) / Byron Haskin
War of the Worlds (2005) / Steven Spielberg
Hunger / Tony Scott
The Fly / David Cronenberg
Shivers / David Cronenberg
Damage / Luis Malle
Fahrenheit 451 / François Truffaut
Fableux Destain d'Amelie Poulain / Jean Pierre Jeunet
Persepolis / Marjane Satrapi
Leon / Luc Besson
The Piano Teacher / Michael Haneke
The Seventh Continent / Michael Haneke
Fight Club / David Fincher
Seven / David Fincher
Seven Years in Tibet / Jean Jacques Annaud
Dogville / Lars Von Trier
The Big Lebovski / Ethan Coen
The City of Lost Children / Jean Pierre Jeunet
Carrie / Brian de Palma
Natural Born Killers / Oliver Stone
Broken English / Zoe R. Cassavettes
Clockwork Orange / Stanley Kubrick
Vita é Bella / Roberto Benigni
Only You / Norman Jewison
Easy Rider / Dennis Hopper
The Pianist / Polanski
Gone With the Wind / Victor Fleming
Tekkonkinkreet / Michael Arias
The Bow / Kim Ki Duk
My Blueberry Nights / Wong Kar Wai
Criminal Lovers / François Ozon
Paris Je T'aime / Tuileries -Joel and Ethan Coen,
Loin du 16e- Walter Salles and Daniela Thomas,
Bastille
-Isabel Coixet, Faubourg Saint-Denis-Tom Tykwer
London / Hunter Richards

Çarşamba, Aralık 24, 2008

DUVAR


Bir duygu var. Habire gidip gidip aynı duvara çarpma duygusu gibi, arabesk gibi, içki içmek gibi hastalanacak kadar, bırakamayacak kadar. Lars von Trier filmlerindeki gibi, Zeki Demirkubuz’un Kader’i gibi…

Şarkılardan geliyor hep, filmlerden. Hem onlardan, hem de onca insanın aynı duyguda olması halinin kendi hissini onaylamasından. Sözler var, iki kelime, bazen bir cümle, bazen sadece birinin sesi, hangi dilde söylerse söylesin.

Aynı kaderi yaşamamak için oruç tutar gibi, sır saklar gibi, iradene varını yoğunu yatırsan da, içinden, için için duvara çarpmak gibi…Kabuk tutamadan bir defa, bir defa daha hep aynı yerinden, duvara çarpmak; kendi inşa ettiğin duvarlara, orada olmayan duvarlara, duvar diye boşluğa, duvar diye insanlara..

Kendi hayatının ikiliğinde, nasılsa, hem her gün akarak, hem de aynı duvara her gün çarparak, biteviye.

Kendine çelme takar gibi, yalan söyler gibi, direnir gibi, evlat gibi, ur gibi, sessizlik gibi, nefessizlik gibi, varlığımdan daha gerçek, benliğimden daha ben, gidemediğim yerler, duramadığım odalar gibi, sis gibi, duman gibi, felç gibi, hiç açılmamış kapılar gibi..

Bir duygu var, mümkün.

Perşembe, Temmuz 24, 2008

KURTADAMLIK MÜESSESESİ VE METROPOL KURTLARI


Dörtyüzyıl önce serikatiller avrupayı dolaşıp kurbanlarını akıl almaz bir vahşet ve hayvani biçimlerde öldürdüklerinde onlara “Likantofi” deniyordu. Bu kurt anlamına gelen “Lykos” ve adam anlamına gelen “Antropos” kelimelerinin birleşimden oluşuyordu. Zaman içinde kurtadamlık müessesesi dönemin ahlaki normlarına göre değişen her canavar gibi çok başka şeyleri temsil etmeye başladı. Roma ve Türk mitolojilerinde büyük kahramanları nasıl büyük olduklarını anlatırken çocukken bir kurtun onları bulup büyüttüğünden bahsedilir. Bu onlara dayanıklılık, güç ve cesaret verir, hatta uluslar kurarlar efsanelerinden.

Beyazperdeki en saygı değer ve akılda kalıcı kurtadam ise Jack Nicholson olsa gerek. Kendisinin “yaşlı kurt”luğu bir yana, özellikle Shining’den sonra onun bakışlarının, şen şakrak mizacının altında her an başkalaşmaya, delirmeye hazır bişeyler arar olduk. Ki kurtadamlar da aslında literatürde böyle birşeyleri tasvir eder; aniden zincirlerinden kurtulan erkek cinselliğini. Toplum içinde yaşama çabasıyla üzerine kılık kıyafet geçirmiş, sevecen olamasa bile zararsızlığı ile insan sevgisinden mahrum kalmamaya çalışmış, yalnızlıktan muzdarip ket vura vura çoğaltıp canavarlaştırdığı cinsel arzusu aniden kontrolden çıkan bir insan evladı.. Korku sineması rahatlatır insanı, kendinde başa çıkamadığını etten kemikten bir canavara mal eder, onunla bir de savaşır, oldürür, kurtulur. Fakat tıpkı vampirler gibi kurtadamlar da yıllar içinde beyazperde değiştiler. Daha insancıl oldular. Hayvani taraflarından pişmanlık duyan, “insani” taraflarına daha çok öykünen kurtadamlarla tanıştık. Hatta daha da sonra “iyi” kurtadamlarla “kötü” kurtadamlar birbirinden ayrıldı, dahası birbiriyle savaştı. Tıpkı Harry Potter’daki Remus Lupin ve Fenrir Greyback gibi.

Bir de Boris Vian’ın alternatif kurtadam hikayesi var. Yakışıklı, medeni, vejeteryan bir kurt olan Denis keyifle dekore edilmiş mağarasında yaşayıp, sadece ağaçlar ve yaz akşamları ile kafasını kurcalarken bir gün bir insan tarafından ısırılıyor. Sonrasında kendisini şehirde buluyor, ne yapacağını bilemez halde bir restauranta gidip sipariş veriyor. Derken yanına oldukça cazibeli bir kadın oturup kendisine kur yapmaya başlıyor. Daha önce karşılaşmadığı bu durum karşısında ne yapacağını bilemeyen Denis eli ayağı titrer vaziyette artık yaşaması gereken bu yeni dünyada nasıl hayatta kalacağını düşünmeye başlıyor. Bundan böyle “Nereye gidiyorsun kentsoylu?” sorusuna cevap bulması gerektiğini anlıyor ve insan olmaya lanet ediyor.



Bütün fantastik filmlerin kahramanı kurtadamlar bir yana içimizi en çok parçalayan Sting’in “Moon over Burbon Street”indeki kurtadamdır. Çünkü şehirlidir o, bizim gibi, New Orleans’ın ışıklı caddelerine uzaktan bakıp içindeki ikilemlerle boğuşur, yarı karanlıkta kendini affedemez. Bir canavarın gözlerine, günahkarın yüzüne ve rahibin ellerine sahiptir ve her gün güçlü olabilmek için dua eder. Metropoldeki bu kurtadamlar ve kurtkadınlar huşu içinde yaşadıkları dünyalarından beklemedikleri bir anda aldıkları ısırıkla, kanlarını akıta akıta izlerini en kolay kaybettirebilecekleri daha da kalabalık metropollere gelmişler ve burada şehrin insanları birbirine temas ettirmeyen telaşesine sığınmışlardır. Kadim yanlızlıklarından ve gitgide dönüştükleri yaratığın dehşetinden saklayarak kaçınmaya çalışırken arkalarında başka kurbanlar, başka dönüşenler bırakırlar, gizledikleri vicdan azabıyla. O ilk ısırık, büyük kudret taşır. Bu ısırığın ne kadar çabuk, ya da ne kadar korkunç bir dönüşüme uğratacağı ısıranın kuvvetinde değil, ısırılanın tam da o zamandaki zayıflığında yatar. Ne kadar kırık, ne kadar güçsüz ve kopmuşsa bağları hayattan, o kadar başkalaşır insan, kurta doğru. Güç çünkü aslında çok değişkedir; zaman, mekan, içinde bulunulan durum belirler daima dengeleri. Metropolün yanlızlığı derilerinin altındaki virüsü her geçen gün besler. Hırpalayıp öldürürler değer verdiklerini ki her seferinde o bildikleri, tanıdıkları yanlızlıklarına geri dönebilsinler, bilmeden asıl virüsün yanlızlığın ta kendisi olduğunu.



Bazen o kalabalıkta iki kurt birbirini bulur. Fakat zamanla o kadar ustalaşırlar ki kurtluklarını gizlemekte, birbirlerini kurban zannederek usulca yaklaşırlar. Birbirlerinde buldukları ama tanımlayamadıkları o tandık şey cazip gelir, yakınlaştırır. Eğer birisinden biri farkedip zamanında kaçamaz da birbirlerini ısırırlarsa işte o zaman bir büyük ayna olurlar birbirlerine ve kendilerine. En büyük yıkım gerçekleşir ve gerçek güç ortaya çıkar kişi kendisiyle yüzleştiği zaman. Hayatta kalabilen olursa ya artık lanetini küllerine gömmeyi başarmıştır, ya da tamamiyle kontrol edilemez bir canavara dönüşmüştür. Geri dönüşsüz..



Cat Power – The Werewolf Song

Oh the werewolf, oh the werewolf
Comes stepping along
He don't even break the branches where he's gone
Once I saw him in the moonlight, when the bats were a flying
I saw the werewolf, and the werewolf was crying

Cryin' nobody knows, nobody knows, body knows
How I loved the man, as I teared off his clothes.
Cryin' nobody know, nobody knows my pain
When I see that it's risen; that full moon again

For the werewolf, for the werewolf have sympathy
For the werewolf, somebody like you and me.
And only he goes to me, man this little flute I play.
All through the night, until the light of day, and we are doomed to play.

For the werewolf, for the werewolf, has sympathy
For the werewolf, somebody like you and me.

Çarşamba, Temmuz 23, 2008

EASY RIDER; ÖZGÜRLÜKLER ÜLKESİNE YOLCULUK*


“Pazarda alınıp satıldığın sürece özgür olmak gerçekten zor. Fakat asla kimseye özgür olmadıklarını söyleme, çünkü o zaman sana aksini ispat etmek için öldürmek ve sakatlamakla meşgul olurlar. Bireysel özgürlükler hakkında sana konuşurlar da konuşurlar ama özgür bir birey gördüklerinde bu onları korkutur, tehlikeli yapar.”



Dennis Hopper ve Peter Fonda, Jack Nicholson’ın yazdığı The Trip (1067) filminden çıkar çıkmaz beraber bir film yapmaya karar veriyorlar. Fakat bu sefer motorsiklet, uyuşturucu ya da seksle ilgili olmaması konusunda uzun süre ısrar ediyorlar ve çok şükür en nihayetinde dönemin de etkisiyle Hopper’ın Easy Rider fikrine direnemeyip bir yol filmi çekmeye karar veriyorlar. Film kısa sürede hasılat rekorları kırarak Amerika’nın kendine bakışını baştan ayağa değiştirmekle kalmıyor, çekim arkası hikayeleriyle de nesilden nesile süren bir efsane haline geliyor. Denk gelmiş de çekilivermiş kadar doğal haliyle bu film aslında içinde oldukları 68 kuşağının tam da aynı özelliği içinde hayata ve insana dair müthiş bir sorumluluk taşır. Easy Rider bağımsız sinemanın en önemli örneklerinden biri olarak stüdyolara bağımlı Hollywood’a alternatif bir yerde durmuş ve büyük şirketler tarafından dağıtılan ilk bağımsız film olmuştur. Ayrıca Cannes Film Festivali’nde de Hopper’a En İyi İlk Film ödülü kazandırmıştır.

Kokain ticareti yapan Wyatt (Peter Fonda) ve Billy (Dennis Hopper) (Hopper vahşi batıya gönderme yapmak için Wyatt Earp ve Billy The Kid’e ithafen bu isimleri seçiyor, çoğu yerde de Amerikan bayrağı ceketiyle gezinen Wyatt’ı “Kaptan Amerika” diye tanıştırıyor) kazandıkları para ile iki motorsiklet alarak Los Angeles’tan New Orleans’taki Mardi Gras’ya katılmak üzere yola çıkıyorlar. Yol boyunca Amerika’nın o döneminde içinde barındırdığı hayatlara temas ederken, kendilerini aslında pek de tanımadıkları bir ülkede hissediyorlar. Bazen bir çiftçinin sofrasına buyur ediliyorlar, bazen bir hippi komününde konaklıyorlar, bazen de özellikle de güneye indikçe düşman bakışlar altında yollarına devam etmek zorunda kalıyorlar. Yarı yolda varlıklı bir ailenin alkolik, avukat oğlu George Hanson (Jack Nicholson) da onlara katılıyor. Hanson, hayat kostümünden beklenmedik bir şekilde, alkolikliği meğer hayatı sorgulamasından sebep, filmin alt metninin sesi oluyor. Çoğu zaman çekilen sahne sırasında içtiği esrardan kaynaklanan doğaçlamalarıyla da Nicholson filmin hem ideolojisini ortaya koyuyor hem de sonrasında gelen En İyi yardımcı Erkek Oyuncu Oscar Adaylığı ile bırakmak üzere olduğu kariyerine daha sıkı tutunmaya karar veriyor.



Aslında Wyatt ve Billy’nin niyeti tüm otoritelerin boyunduruğunu reddeden birer hippi olarak ruhani bir yolculuğa çıkmaktır, hatta öyleki Wyatt sembolik olarak yolun başında saatini çıkarıp atar, ne de olsa saate ayarlı bir zaman fikri de bir otorite ve sistemin en zorlayıcı parçasıdır. Bu bağlamda, yönetmen koltuğundaki Hopper da yaptıkları filmin bile belki izleyci üzerinde bir otorite olmasından kaygılanmış ve filme sahne geçişlerindeki üçlü sıçramalar gibi özdeşleşmeyi kıracak unsurlar eklemiştir. Fakat aslında filmin kahramanlarına yola çıkabilme özgürlüğünü sağlayan hem beden, hem toplum üzerindeki en tam teslimiyetli otoritelerden biri olan uyuşturucudan kazandıkları paradır. Bunu da yine efsanevi başka bir sahne ile film anlatır; Wyatt parayı plastik bir borunun içine koyarak üzerinde Amerikan bayrağı olan motorunun benzin deposuna sokar ve orada saklar. Bu görüntü, sonrasında Fonda’nın sözleriyle “Amerika’yı beceren uyuşturucu parası”na bir göndermedir.




Yoldaki her durak biraz daha onların ideallerindeki hayattan Amerika’nın ne kadar uzak olduğunu gözleri önüne serer. Kahramanlarımız, Hollywood’da bile uzun saçın hoş karşılanmadığı bir dönemde, bir güney kasabasındaki köylülerin düşmanlığını ciddiye almamak gibi bir hata yapacak kadar ileri giderler, ne de olsa özgürlükler ülkesindedirler ve artık birilerinin özgür olmaya başlaması gerektiğini düşünürler. Oysaki belki de kimsenin özgür olmadığı bir ülkede, insanları en çığırından çıkartacak şey bunu onlara hatırlatacak birileridir.

Filmin olay yaratan ve o dönemin en bezersiz sahnelerinden biri de Wyatt ve Billy’nin iki fahişeyle birlikte LSD vesilesiyle yaptıkları psikedelik “seyahattir”. Çeşitli görüntü, renkler ve sahne geçişleriyle izleyiciye tam bir LSD tecrübesi yaşatır. Wyatt’ın yani Fonda’nın Meryem heykelinin kucağında oturup annesine nefretini kusma sahnesi LSD’nin etkisiyle doğaçlama olmuş gerçek bir sahnedir. Çünkü Fonda’nın annesi aslında kendisi onbir yaşındayken intihar etmiştir ve o sahnede kendi annesine seslenmektedir “Beni neden terkettin?” derken. Hopper bu sahneyi filmde tutmak için çekim sonrası Fonda’yı ikna etmek zorunda kalır, çünkü kendisi bu haykırışların muhattabı olan annenin Amerika ile özdeşleştiğini düşünür ve Amerika’nın, anavatanlarının, evlatlarını niye terkettiğini aslında sormak ister film boyu.


Bir yol filmi olup da müziklerinin efsane olmaması herhalde pek mümkün değil, fakat Easy Rider’ın müziklerinin kendi efsanesini bile aştığını söylemek belki de yanlış olmaz. Aslında filmin müziklerini yapması için Hopper; Cosby, Stills and Nash’e teklif götürmüştür, ama grup filmi izledikten sonra “Bizim müziğimiz bu filmin yanına bile yaklaşamaz” demişler ve saygıyla reddetmişlerdir. Böylece albüm şimdiki halini almış ve Roger McGuinn “Ballad of Easy Rider”, Bob Dylan “It’s Alright Ma (I’m Only Bleeding)”, Jimi Hendrix “If 6 was 9” ve hepsinden de ayrı Steppenwolf “Born to be Wild” bizim için bu filmden sonra artık birer görüntülü şarkı olmuştur.


Filmin etkileyici sonuna dair o dönemdeki izleyiciden nasıl tepkiler geldiğini de kısa bir not halinde de olsa vermekte fayda var. İlk gösterim sonrası Los Angeles’ta seyirciler filmi ve filmi yapma cesaretinden dolayı Peter Fonda ve Dennis Hopper’ı ayakta alkışlarken, doğu ve güney eyaletlerindeki izleyiciler filmin sonundaki köylüleri alkışlamış ve adaletin yerini bulmuş olmasından duydukları keyifle sevinç naraları atmışlardır.



*Bu yazı Bahçeşehir Üniversitesi'nin tema sponsoru olduğu 27. Film Festivali'ndeki "68 ve Mirası" bölümü için basılan dergide yer almıştır.

B2 3. SAYI ÇIKTI


Bu sayıda "Sinemada Feminizm, "Bakış" ve Ataerkil Bilinçaltı" başlıklı yazımı bulabilirsiniz. Sinemadaki iktidarı ve iktidarlık biçimlerini sorgulayan bir yazı.

Çarşamba, Nisan 09, 2008

B2-BAĞIMSIZ SİNEMA VE TEKNOLOJİLERİ DERGİSİ

Online olarak, iki ayda bir yayınlanan Bağımsız Sinema ve Teknolojileri Dergisinin 2. sayısı çıktı..
Ve ben de bu sayıdan itibaren bu güzel ekibin bir yazarıyım. !F İstanbul ve Bukowski'nin Cesaret Sıkma Makinesi hikayesinden uyarlama kısa filmle ilgili yazımı buradan okuyabilirsiniz.

Çarşamba, Ocak 23, 2008

WONG KAR WAI, ARABESK VE BIRAKMAK ÜZERİNE...


Filmleri bazen görüntüleriyle, bazen fikirleriyle, bazen de atmosferleriyle hatırlarız. Ama en kuvvetli hatırlamalar hep duygu ile olandır. Duygu ile hatırladığımız filmler kuvvetli filmlerdir, hep oralarda bir yerde dururlar. Ve eğer bir auter filmi ise filmi yapan onun yarattığı duyguyu her filmde tanırız, hatırlarız. Wong Kar Wai duygu yaratma konusundaki en kuvvetli yönetmenlerden biri olsa gerek. Genelde görüntüleri ve yarattığı melankolik atmosfer ile tanınır, oysa hepsi sürekli olarak tekrar eden ve bizi alıkoyan duyguları yaratmak içindir.
Tüm filmleri muazzam aşkları anlatıyor gibidir. Orda dururken, tesadüfen birden geliveren, yokluğu varlığından daha kuvvetli olan, hiç bir çabaya oralı olmayan dumanlı bir renk humması. Şimdiye kadar yapılmış binlerce aşk tanımından hiçbiri insan için daimi sayılamıyor, hep anlık tanımlarla rahatlayabiliyoruz. Ama bunların içinde en çok sığınılan, en yakın bulunup insanın kendisini düşmeye müsade ettiği aslında aşk değil de galiba bağımlılık. Wong kar Wai’nin karakterleri de daima nefes alamayacak kadar bağımlıdır.


My Blueberry Nights’ta da bu bağımlılık hali Hollywood etkisiyle daha da görselleşmiş. Aldatan sevgilisine dair bağımlılığından geride kalanları keşvetmek için çıkılmış bir yol hikayesi bir yanda, her gece bırakılmanın reddedildiği bir evliliğin ego ezintileri diğer yanda. Aşkın tanımı daimi bir bırakmama hali, tabi bağımlılığında… Bu yüzden meyhaneler belki de dolup taşıyor, herkes artık bırakması gerekene önündeki bardak gibi sıkı sıkıya yapışmış.. Elbet bunun hafızayla müthiş ilgisi var, artık ucunu tuttuğu şeyi bırakma sebeplerinin hepsini en fazla bir günde unutmak gerek. Tıpkı her sabah uyanınca alkolün kendine yaptırdıklarını unutup süt koyacağı fincana votka dolduran adam gibi.. Bir bırakabildiği kendini büyük bir arabesk, bir yerlerde belki de biri beni anlıyor hissi...Bir insansa bu bırakılması gereken hele de yoksa, yokluğunda istediğini hatırlamak serbest. O yüzden doldur doldurabildiğini, çıkart istediğini. Öyle de hakimiz ki aslında yaratımlarımıza, kalp kırıldığında gerçekten kalbimiz acıyor.

Insandan başka hayatın neresine bakarsanız bakın yaşamanın büyük sırrını görmek mümkün. O sır direnmemek, olduğu gibi geldiği gibi yaşamdan geçmek. Düşmeye direnen bir yaprak ya da esmemek için kendini tutan bir rüzgar yok. Bu sebeple de akıyor hayat, hep başka bir form buluyor, eksilenin yeri doluyor. Asla yok olmuyor ama değişiyor. Direnç tek ıstırap sebebi ve biz insanlar ıstıraplara değilmiş gibi yapsak da pek bir bayılıyoruz. Istıraplara sıkı sıkı sarılıyoruz, çünkü değişim bize dehşet veriyor. Hep o yarattığımız, ıstırap da olsa neyin ne olduğunu bildiğimiz güvenli yerde olmaya çalışıyoruz. Zihnimiz duyguları kullanarak bizi hep esarette kılıyor. Bu yüzden bu hayat gelmiş geçmiş en kıymetli deneyim. Dirensek de değişiyor ve birşeyleri bilememenin bizim için ne müthiş bir hediye olduğunu çok zaman takdir edemiyoruz. Bırakmanın zevkinden bolluğundan korkuyoruz. Bedenimizin maddesi uçuşkan olmamak için elinden geleni yapıyor. Yetenekli bırakamayanlar ise Wong Kar Wai gibi bize o hissin bulanık renkli halini durduk yerde yeniden yeniden getiriveriyor. Ya da Bukowski gibi ömrü boyunca özgürlük peşinde koşup sımsıkı sarıldığı bağımlılıklarına duyduğu tutkuyu bize okutturuyor. Ben kendi adıma bu ustalardan asla vazgeçemeyecek olsam da, bırakmayı niyet ediyorum, beni bırakmayanları da huzurla azad ediyorum. Eğer seyahatse de bu kocaman bir seyahat peşindeyim.

TEKKONKINKREET; HEM GÖZE HEM RUHA DAİR *


“Ateşin olayı nedir? Öylesine sakin ve huzurlu ama içinde tamamiyle güç ve tahribat dolu. Birşeyler saklıyor, tıpkı insanlar gibi...Bazen içinde ne olduğunu bulmak için yakınlaşmak gerekir. Bazen gerçeği görmek için yanman gerekir.”


Tekkonkinkreet henüz belki de çok fazla bilinmeyen ve müthis derece heyecan verici özelliklere sahip bir anime. Bu özelliklerden ilk sayabileceğimiz kendisinin Japonya’da, japon bir ekip ile ilk kez Japon olmayan bir yönetmenin emekleri ile ortaya çıkmış olması. Michael Arias aslında daha önce The Animatrix, The Road to El Dorado ve Mononoke-Him gibi filmlerin görüntü efektleri uzmanlığını yapmış bir amerikalı, ilk kez yönetmenliği Tekkonkinkreet ile deniyor, yüzünün akıyla hatta daha fazlasıyla da işin içinden çıkmış gibi görünüyor. Taiyo Matsumoto’nun mangasından uyarlanmış bu animenin daha trailerını seyrederken inanılmaz güzellikteki detaylarla tasarlanmış şehir planları, bir kuzgunun gözünden güneşli bir günde o sokakların yarattığı karanlık duygular ve karakterlerin sadeliği, özgünlüğü karşısında insanın gözleri doluyor. Evet çok sayıda animasyon seyrettik, çok sayıda karakterler gördük etkilendik ama yine de hala bu kadar sade, bu kadar Japon ve yine de böylesine başka karakterler tasarlanabileceğine insan şaşırıyor. Bunda Matsumoto’nun uzun yıllar Fransa’da çizgi roman çalışmasının da payı var elbette. Epey melez bir neticeden söz ediyoruz yani, bunca farklı tecrübenin bütün orijinlerinden daha orjinal bir ürün ortaya koyduğunu söylersek sanırım haksızlık etmiş olmayız.


Filmin soluk, metalik ama rengarenk bir dünyası var. Sanki bütün o renkli tabelalar, posterler, neonlar şehrin gerçekleri ile bir deniz gibi örtülüyor ve derinleştikçe renklerden fire veriyor. Filmin genel olarak Black and White adlı yetim iki çocuğun Treasure Town adlı her tür karanlık işin döndüğü bir yerde hayatta kalabilme ve bir taraftan da buranın düzenini vahşi bir şeklide de olsa kontrol altında tutma çabaları üzerinde şekilleniyor. Kendilerine “Kediler” diyorlar ve efsaneleri her yerde dolaşıyor, polislerle konuşulmayan bir de anlaşmaları var gibi, hatta Yakuzalarla bile. İki kardeş yin ve yang kadar birbirinden farklı ve birbirini tamamlayan karakterler. Gündüzleri çatılarda neredeyse uçarak şehri gözlüyor, geceleri ise kendilerine ev yaptıkları bir vosvosun içinde uyuyorlar, elbette bagaj oyuncak dolu. Black’in büyük bir egosu ve heran kendinden büyük birşeylere dönüşebilecek kocaman bir öfkesi var, onu hayata dair merhametli kılan tek şey White. White ise tüm şehirdeki tek bozulmamış şey, çocuk resimlerinden çıkma ağaçlar ve fillerle dolu bir dünyası var, saflığı ona olacak olanları görebilme yeteneği bahşetmiş, her daim “mutlu ol, mutlu ol” diyerek dolaşıyor. Ama onun da Black’siz bu şehirde hayatta kalabilme şansı yok. Birbirleri için ne kadar gerekli olduklarının farkındalar, tıpkı şehrin varlığını sürdürebilmek için ihtiyacı olan ince denge gibi. Fakat sermaye sahipleri başka kötü adamlarla birleşip Black’in “şehirini” baştan aşağı değiştirip bir büyük para makinası haline getirmeye başlayınca denge bozulmaya başlıyor ve Black de White’tan ayrı düşüyor. Sonrası işte büyük bir kaos, Black yeniyetme bir oğlan çocuğu, egosuyla, erkeklikle, erkekler dünyası ile mücadele etmeye başlıyor. İçindeki karanlık, White olmayınca zihninin derinliklerinden ona fısıldamayı bırakıp büyük güç ve şiddet vaatlerini derin dehlizlerin, sonsuz ateşten bir dünyanın içinden ona yapmaya başlıyor. Derken Black, White’ın beyaz güvercinleri, içindeki karanlığın siyah kuzgunları ile kovalanırken, sonsuz bir uçurumun tepesinde karar vermeye çalışıyor.


Tekkonkinkreet genel geçer bir animeden başka türlü olabilme özgürlüğü ile birlikte japon animelerinin çoklukla sunduğu spiritüel zenginlikle aslında oldukça derinleşiyor, hem de bir yandan amerikan animasyonlarının sunmayacağı kadar da karanlık. Her ne kadar Taoism’in Yin-yang’ını belkemiği almış olsa da, gerek ana buluşma noktalarındaki saatin içinden ansızın beliren dev fil başlı Buda heykeli olsun, gerek baş Yakuza’nın ağzından düşürmediği “Tek ihtiyacımız olan sevgi” nidaları olsun her taraftan ruhani bir zenginlik akıyor. Üstelik bu ne Miyazaki’ninkiler kadar keyifli, ne de Amerikan animasyonlarındaki kadar pembe bir dünyada geçmeyince sanki daha da anlamlı hale geliyor. Evet çizgi filmlerde görünce çok hoş bulsak da cadılardan, canavarladan, bilmediğimiz güçlerden elbette aslında korkuyoruz, hoşlanmıyoruz ve hayatı olduğu gibi kabul edebilmek, sevgiye, keyife dair birşeylere sahip çıkabilmek için gerekli şeyler koca bir şehrin kalabalık sokaklarında, insanlarında ya da zihnimizin bir yerlerinde ansızın belirip kaybolabiliyor. Belki de bunun için gerçekten de her tezatın, her varoluşun birbirinin içinde olduğunu bilmeye ihtiyacımız var. Belki de daha yakından bakmaya ihtiyacımız var..



*Bu yazının Lamb’in Darkness şarkısı eşliğinde okunması tavsiye olunur.

Filmin muhteşem girişi

Trailer

Cuma, Kasım 09, 2007

Cronenberg'in Değişen Dualitesi ; Eastern Promises*

Ciddi bir efsaneden bahsediyoruz ne de olsa, üstelik de hala bu çağa dair, hala yaşıyor, dahası hala film yapıyor. Aslında her zaman babası gibi, yazar olmayı istemiş hatta bu uğurda edebiyat da okumuş ama hasbelkader kendini yazdıklarını çekerken bulmuş birisi David Cronenberg. Hatta o derece yazı adamı ki, yönetmen olacağı artık ayan beyan ortaya çıktığında dahi kişinin çekeceği şeyi mutlaka kendisi yazması gerektiğini de savunmuş, ta ki Stephen King'in Dead Zone'unun cazibesine kapılana kadar. Kendinden önce gelenlerden farkı ve insanların içine işleyen efsanesinin sebebi, aslında 70’lerin ve 80’lerin de belki en temel korkusu olan beden-zihin dualitesini özgün tarzı ile ortaya koymasıydı. Gençliğin, güzelliğin dolayısıyla da sağlıklı yaşamın, estetik ameliyatların, türlü türlü sporların ve diyetlerin saplantı haline geldiği bu yıllarda Cronenberg de, zihnin gelişimden bağımsız, kontrol dışı değişebilen bedenlerden korkuyordu. Kendisi 1992’de BBC’ye verdiği bir ropörtajında bunu şöyle anlatıyor; “Bana göre beden insandaki korkuların kaynağıdır zira yaşlanan ve ölen bedenin ta kendisidir. Düşünce-beden ayrımı en büyük gizemdir; işte en büyük korku burada ve sanırım nihai karşılaştırmayı bu noktada yaşayacağız. Bir insanın düşüncelerinin mükemmel olduğunu görüyorsunuz ama bedeni rahatsızlık veriyor, ardından değişim başlıyor, yaşlanma başlıyor, çürüme başlıyor; her ne olursa olsun bana göre en kötü ve korkunç korku bu.” Bedenin kontrol edilemeyen halleri; Crash’de bedenin kırılganlığı, Brood’da doğurganlığı, Fly’da dönüşebilirliği, Rabid’de ise cazibesi ile bizleri ürküttü. Öyle ki Videodrome’da insan bedeni televizyonda izlediğine dönüşmekle kalmadı, izleyeceklerini bedenine yerleştirebilen bir makine haline geldi. Tüm bunları anlatmak için Cronenberg bilinçaltındaki imgeleri de ustalıkla kullandı; tıpkı Rabid’de kuduzu yayan cazibe nesnesi beden için hard-porno yıldızı Marliyn Chambers’i seçmesi gibi.


Yıllara meydan okuyabilen tüm ustalar gibi Cronenberg de hayattaki duruşu ve korkuları biçimlendikçe üretmeye ve bunları ürettiklerine yansıtmaya gayret etti. Rotasını yavaş yavaş başka alemlere çeviriyor olduğunu izleyicisine Spider ile ilan etti. Yine bir hastalıkla fakat bu sefer zihinsel bir hastalıkla, şizofreni ile mücadele eden filmin kahramanını ilk kez bedeni değil kontrol edemediği ve bir türlü güvenemediği zihni ikilemde bırakıyordu. Yani artık hiçbir yer güvenli değildi. Spider ile şaşkınlığa uğrayan Cronenberg izleyicisi de artık ikiye ayrılmıştı; bu yeni halinden hoşlanan ve devamını merak edenlerle, mütemadiyen her yeni filmde eski tadı arayıp hayıflananlar. Tüm bunlara cevap olarak da A History of Violance geldi. Hele bir de Türkçeye “Şiddetin Tarihçesi” olarak da çevrilince iyiden iyiye izleyicide başka türlü beklentiler yaratan filmde Cronenberg aslında şiddetin hayatla ve huzurla bütünleşik, ayrılamayan hallerini anlatıyordu. Şiddet dolu geçmişi emek emek yarattığı huzurlu hayatının ve maskelerinin peşini bırakmayınca, esaslı iki cinayet işleyen bir aile babası, bir yandan medya vasıtasıyla kahramanlaşırken bir yandan da hayatına aniden düşen bu meseleyi ailesine izah etmeye çalışıyordu. Bu orta sınıf Amerikalı aslında belki tam da Amerika’nın kendisini temsil ediyordu. Resim gibi çizilmiş, huzurlu bir hayata dair vatana millete hayırlı bir vatandaş nasıl karanlık geçmişinden kurtulamıyorsa, Amerika da işlediği cinayetlerin hayaletlerinden medyanın şişirmesi ile ya da nefsi müdafaa vesveseleriyle kurtulamıyor belki de. Ne de olsa eller kana bulandı mı, yıkamakla geçmiyor.

Anlaşılan o ki artık Cronenberg için en büyük korku insanın en güzel, huzurlu haliyle biçimlendirmeye çalıştığı hayatına aniden düşen karanlık haller. İşte Eastern Promises’da da belki bunu daha net bir şekilde anlatmaya çalışıyor. Sıradan sakin hayatını yaşarken bir gece ansızın acile gelip ellerinde kaybettiği bir hastasının günlüğü ile hayatı değişen bir doktor var bu kez. Bu günlük, aynı hayatın en karanlık yerlerine açılıyor; Rus mafyasına, zorlanan fahişeliğe, uyuşturucuya, kimsesiz doğan bir çocuğa…Viggo Mortensen yine bu filmde de ikiliklerle dolu bir karakterle başrolde. Cornenberg’in Mortensen üzerindeki ısrarını anlamamak mümkün değil tabi, ifadesinde hep bir gizlilik, sinsilik var. Filmin içinde aniden değişen hallerle iyiyi de kötüyü de oynasa hep o ruh haline ait değilmiş gibi hissediyor insan. Hitchcock filmleri gibi bir nevi, arkadaki hikayeyi merak ediyoruz o kadraja girdikçe. Bu filmdeki dualiteler de yine sayısız; iyi-kötü, heteroseksüel-homoseksüel, legal-illegal, doğum-ölüm gibi. Mortensen işlerin içine daha da girdikçe neyi seçecek diye merakla bekliyoruz, dahası pek de seçmiyor gibi. Durum neyi gerektirirse o an için aklına yatanı yapıyor, sanki herkesin gönlünü bir şekilde alıyor. Bir yandan filmde Hollywood filmlerinde pek rastlanmayan Türkçe replikleri duydukça da gerçekliğimiz karışıyor doğrusu, ama elbette mafya filmi olup içinde Türk olmaması anlaşılan Cronenberg için bile olası değil. Ayrıca “iş hamamda konuşulur” efsanesinin bir mafya geleneği olduğunu biliyorduk ama Rus mafyası geleneği olduğunu da bu filmle öğrendik çok şükür. Mesele vücuttaki dövmeleri görmekmiş, çünkü Rus mafyası mensupları secerelerini bedenlerine döküyorlarmış, haliyle bir işe girmeden karşıdaki kimdir, nedir anlamak için epey kısa bir yol. Cronenberg her ne kadar korkuları işleme biçimini, filmlerinin yapısını, hayata bakışını epeyce değiştirmişse de asla vazgeçemediği tek şey filmlerini açık sonla bitirmesi gibi görünüyor. Biteviye sorgulama hali yani, yaşam gibi, hep devam.

Her şeyden öte bu son iki filmde de Cronenberg şiddetin ne kadar zorunlu ve ne kadar kabul edilebilir olduğunu sorgulatıyor gibi. Şiddet içgüdüsel midir yoksa mecbur kalındığı için mi uygulanır, bu mecburiyet ya pürü pak sebeplerden oluşmazsa ne olur, iyi niyet şiddet sebebini hoş gösterir mi ya da sonrasında iyi niyet göstermek yapılanı temizler mi? Ezberden ferah ferah vereceğimiz bu cevaplara peki aniden kendimizi olmadık bir durumda bulduğumuzda sahip çıkabilir miyiz? Herhalde yüzyıllardır değişmeyen bir olgu halinde hayatımızda şiddetin var olması buralarda bir yerlerde gizli. Bakalım siz filmden sonra cevaplar bulacaksınız.
* Bu yazı Bant Dergi'nin kasım 2007 sayısında yeralmıştır.

Perşembe, Ekim 05, 2006

Gregor Samsa, Prag ve Entomofobi

Hayatta kalabilmenin nispeten teknolojiyle kolaylaştırılmaya çalışıldığı, bu anlamda da korkuların gerçek işlevi olan hayatta kalma önuyarı sistemini, insanın duygu dünyasına çevirdiği şu zamanlarda fobileri anlamak gitgide daha da karmaşıklaşıyor. Fobi tam sözlük anlamıyla; kişinin hayatını sürüdürebilmesi için gerekli bir ön uyarı sistemi gören korkunun kontrolden çıkmış olma hali olarak nitelendiriliyor. Kelime kökeni ise gayet manidar (ve hatta karizmatik) bir şekilde Yunan mitolojisindeki korku tanrısı "Phobos"tan geliyor.

Bense bir akşam her zamanki gibi küçük, huzurlu, bana ait güzel evimin kapısını açtığımda kendimi bütün bunlarla, farkında olmadığım en temel fobimle ve dörtyüz milyon yıl önce evrimini tamamlamış herhangi bir hamamböceği ile karşıkarşıya buldum ve tabi en temel savaş modeli olan düşmanı tanıma içgüdüsü ile hemen böceklerle ve fobilerle ilgili ne bilgi varsa döktüm ortaya. Tüm bilgiler beni doğaya karşı elbette çaresiz bıraktı...

Hemen akabinde gittiğim Prag'daki Kafka müzesinin kapısında kendimi Gregor Samsa'yı düşünürken buldum. Bir sabah uyandığında kendini kocaman bir böceğe dönüşmüş bulan Samsa'nın tek endişesi işe zamanında yetişebilmek, patronuna münasip bir yalan uydurabilmek ve malum monoton kendisine hiçbir keyif vermeyen hayat rutinine bir şekilde devam edebilmekten ibarettir. Bir kitabın girişi olarak belki de en etkileyici ve en çok akıllarda kalan bu hadise Franz Kafka'nın meşhur "Değişim"inden (Aslında Dönüşüm anlamına gelen Metamorphosis niyeyse türkçe tercümelerinde bu adla raflarda yer aldı) bir alıntı. Sanayi Devrimi ve I. ile II. Dünya Savaşları gibi insanoğlunun yaşamsal ve düşünsel alışkanlıklarını toptan değiştirmesine sebep olan olaylarla eş zamanlı bir hayat sürdüren Kafka, Gregor Samsa ile insanın yeni hayat düzeniyle kendisine yabancılaşmasını aslında Camus'nun Mersault'sundan çok daha iyi somutlamıştır. Bir ömür otoriter baba figürü altında kompleksten komplekse yelken açan Kafka'dan başka pek az insan böcek olmanın gerçek anlamını böyle bilebilirdi tabii. Öyle ki kendisi tüm yazdıklarının fena halde kıymetsiz olduğundan emin, en yakın arkadaşına ölümünden sonra hepsinin yakılmasını buyurmuş ve fakat çok şukur herşeye rağmen kendisine öngörü sahibi bir arkadaş seçmeyi başarabilmiştir.

Kafka hayatını tüm ailevi, sosyal ve belki de kişisel otoritelerden uzak bir özgürlük hayali ile geçirdi. Bunu ailesine yazdığı şu mektupta da fazlasıyla görmek mümkün;

" I have nothing to lose and everything to gain if I resign my job and leave Prague. I risk nothing, for my life in Prague leads to nothing good. ... Outside of Prague I can gain everything, that means I can become an independent, calm person who exploits all his abilities and for good and genuine work is rewarded with the feeling of being truly alive and enduringly satisfied."

Ve tam da Kafkavari bir şekilde ölümüne sebep olan verem nedeniyle mecburen diyar diyar gezene kadar ömürünün neredeyse tamamını Prag sınırları içerisinde huzursuz bir insan olarak geçirdi. Her kitabında kendisini birdenbire tanımsız bir durumda bulan adamların hikayesini anlattı ve belki de en çok öykündüğü özgürlüğe, olduğundan bambaşka "bir şey" olabilme duygusuna en çok Değişim'de yaklaştı. Fakat hadise "bir adamın bir böceğe nasıl olup da dönüşebildiği"nin sorgulanmadığı bir vaziyete ilerlemeye başlayınca durum yemek bile yenemeyen, konuşulamayan hatta odayı bile terketmenin mümkün olmadığı daha da imkansız bir özgürlük haline dönüşüyor.

Bizse ikibinli yıllarda özgürlüğümüzün karşılığında tüm kumandalarının ve açma kapama düğmelerinin bize ait olduğunu sandığımız bir hayat için anlaşmalar imzalıyoruz. Hayatın kendi yöntemlerini gözardı ederek, en azından küçük evlerimizin, ofislerdeki masalarımızın ve msn nicleri ile ilişkilerimizin tanrısı ilan ediyoruz kendimizi. Ve hayat kapıların altından, pencerelerden, kablolardan, cokielerden uyarılarını beklemediğimiz zamanlarda yapıverdiğinde afallıyor, anlaşmanın bozulmasına dehşetle öfkeleniyoruz. Bizde ortaya çıkıveren bu kontrolsüz korkular ise belki de elimizdeki kumandaların hiç bir işe yaramayabileceğinin fobisidir kim bilir.

Ben kendi fobimle uğraşıp tüm böcek ailesinin bireylerine saygı duymayı öğreneduruken siz de isterseniz kendi fobilerinize şu listeden bir göz gezdirin: phobialist.com.

Cuma, Ağustos 04, 2006

Ayakkabıdaki Çakıl Taşı




" How Happy is the blameless vestal's lot
The world forgetting by the world forgot
Eternal Sunshine of the Spotless Mind
Each prayer accepted and each wish resigned."




Kaybettiklerimizden, kaybetmiş olmanın çıldırtıcı paniğinden, artık sahip olamadıklarımızın hatırasından, fobilerimizden, korkularımızdan, yerinde olmayanın nefes kesen soğuğundan, akıp giderken duruvermenin yanlızlığından küçük bir operasyonla, bir gece uykusuyla, en fazla bir şişe tekilanın vereceği beyin hasarı ile kurtulabilme imkanı satılsa ne kadar verirdiniz? Yeniden herşeyin yeni görünmesi için değil banka cüzdanı, hayati uzuvlarından bile vazgeçebilecek olanlarımız, anlarımız var.

"Eternal Sunshine of the Spotless Mind" bir Michel Gondry harikası evet ama onu kült yapan filmin teknolojik açıdan yaptığı ispatların yanısıra Jim Carrey ve Kate Winslet gibi şöhretlerini tam olarak tanımlanabilecek belirli bir karakter ile yapmış iki oyuncunun inanılmaz bir oyunculukla kimseye göstermedikleri yüzleri ile bu filmde harikalar yaratmış olmaları. Üstelik Gondry ustalığını kendisini üst seviyede bilimkurgu öğeleri taşıyan hikayenin neredeyse altkatınızda birkaç ay önce yaşanmış kadar doğal anlatılması ile de ortaya koyuyor. Yine yönetmenin detaylardaki ustalığı Jean-Pierre Jeunet'nin ustalığını ve detaylarını anımsatıyor, fakat Jeunet'nin filmlerinde her zaman tamamiyle kendimizden farklı bir dünyada olduğumuzu biliyoruz, burada ise epey yakından tanıdığımız birinden bahsediliyor gibi...

Bu arada tabi banka cüzdanlarına el atmadan önce bu filmde hizmeti sağlayan Lacuna Inc. şirketinin sayfasına da bir bakıvermekte fayda var. Hata daha da ileri gidip sayfadaki testleri uygulayarak çıldırı seviyenizi ve aciliyet durumunuzu belirleyebilmek de mümkün.

Filmin adı yukarıda da bir parçası bulunan, Alexander Pope'un "Eloisa to Abelard" adlı şiirinden geliyor. Bu onsekizinci yüzyıl şairinin onurlu, tutkulu, cesaret ve acı dolu mısralarından farklı olarak filmde çokça bu yüzyıla ait bir kaçış hissiyle bir kişiye ya da bir döneme ait anıları silebilme ihtimali düşündürüyor. Yıllar geçip yeni anılar beyine yazılsa bile ayakkabımıza kaçmış, yürümeye imkan veren ama hep varlığını hissettiren bir çakıl taşı gibi, diğer tekinin bir yerlerden çıkacağını umarak atamadığınız bir çorap teki gibi komodinde duran anıları silivermek... Anıları silince beraberinde öğrendiklerimizi de silmiş olur muyuz? Yahut hayat her zaman bildiğinden şaşmadığı gibi inatla bize öğretmek için aynı insanı mı yeniden sevdirir, başkası ile aynı şeyleri yeniden mi yaşatır? Hayatı olduğu gibi ve geldiği kadar kabul etmeyi öğrenemediğimiz sürece bunu bilemeyeceğiz, yahut sanırım huzur bulamayacağız. Bütün bu acıyı engellemenin bencil endişeleri bir tarafta kafamızı kurcalarken, insan ruhunun başa çıkmak için yarattığı mucizelere bir bakalım; iki büyük ozan Tom Waits ve Murtahan Mungan'dan..

Tom Waits - Blue Valentines

She sends me blue valentines
All the way from Philadelphia
To mark the anniversary
Of someone that I used to be
And it feels just like theres
A warrant out for my arrest
Got me checkin in my rearview mirror
Thats why I'm always on the run
Thats why I changed my name
And I didn't think you'd ever find me here

To send me blue valentines
Like half forgotten dreams
Like a pebble in my shoe
As I walk these streets
And the ghost of your memory
Is the thistle in the kiss
And the burgler that can break a roses neck
It's the tatooed broken promise
That I hide beneath my sleeve
And I see you every time I turn my back

She sends me blue valentines
Though I try to remain at large
They're insisting that our love
Must have a eulogy
Why do I save all of this madness
In the nightstand drawer
There to haunt upon my shoulders
Baby I knowI'd be luckier to walk around everywhere I go
With a blind and broken heart
That sleeps beneath my lapel

She sends me my blue valentines
To remind me of my cardinal sin
I can never wash the guilt
Or get these bloodstains off my hands
And it takes a lot of whiskey
To take this nightmares go away
And I cut my bleedin heart out every night
And I die a little more on each St. Valentines day
Remember that I promised I would
Write you...
These blue valentines
blue valentines
blue valentines


Murtahan Mungan - Nilüfer
(Müslüm Gürses'in Aşk Tesadüfleri Sever albümünden)

Zamanın eli değdi bize
Çoktan değişti her şey
Aynı değiliz ikimiz de
Zaaflarına bir gece
Hatalarına bir nilüfer
Sevgisizliğine bir kalp verdim
Artık geri ver
Geri veremezsin aldıklarını
Artık geri ver
Geri verilmez hiçbir yanılgı
Yokluğuma emanet et
Sende benden kalanları
Her şeyi al
Bana beni geri ver
Bir şansım olsun
Başka yer, başka zaman
Sensiz ömrüm olsun

Salı, Mart 14, 2006

Terasta Bir Büyük Masa


Kendi yaşam felsefesi oluşturabilmiş o eşsiz insanlardan biri olan Epikuros zevkin mutlu bir yaşamın başlangıcı ve amacı olduğunu düşünüyordu. Bu herkesde başka şeyler çağrıştıran ve çoğunda toplumdan dışlanma ihtimali yüzünden panikle dizginlenen dört harfli küçük sözcük Epikuros'da başka anlamlar buluyordu. Korkularından kendisine düşman olanların yaydığı dedikoduların aksine Epikuros, yemek, barınacak bir yer ve giysiler gibi temel gereksinimlerle beraber aslında zevk dolu bir hayat için üç şeye inanıyor ve öneriyordu;
1. Dostlar
2. Özgürlük
3. Düşünmek

Son derece sade hayatının içinde Epikuros yakın dostlarıyla beraber inşaa ettikleri, herkesin düşünebileceği odalarının olduğu bir büyük evde yaşıyor, daima yemeklerini beraberce konuşarak, gülerek arkadaşlarıyla keyif içinde yiyor ve rekabetten, patronlardan emirlerden kurtulabildikleri bahçelerinde bu yemekleri yetiştiriyordu. Evdeki en kıymetli şeyse herkesin beraber oturup keyifle sohbet ettikleri bir büyük yemek masasıydı.

Bu yemek masası fikri insanı tartışmasız olarak aniden "Cahil Periler" filmine götürüyor. Öylesine bir sokağın bir evinde bir teras, terasta bir büyük masa... Masada oturanlar bir travesti, gay bir çift, bir sanatçı, bir fahişe, bir vergi memuru, bir mutfak filozofu, bir türk, bir şişman, bir fahişe, bir taze dul, yakışıklı bir adam, bir aids hastası.. Hep beraber donattıkları masaya bütün bu kostümleriyle, çıplaklıklarıyla, geçmişleriyle, seçimleriyle, var ettikleri ve yok ettikleriyle keyifle oturuyorlar. Gelene bir tabak daha koyacak kadar yer her zaman var. Her zaman iyi haberler yok ama her geleni olduğu gibi karşılayacak kadar geniş yürekler ve yeteri kadar şarap var. Her akşam koşarak, kravatı gevşeterek, akan makyajları silerek o masaya gelmek ve kahkahayla, kendini kapıp koyvermenin hafifliğiyle masadan kalkmak şart. Görmek lazım değil, bilmek lazım değil, ödenecek hesap yok. Hiç yargılanmayacağı bir masaya oturabilmesi insanın, her akşam kendi masalarımızda bile kendimize yaptığımız gibi değil.

Hayattaki en büyük zevk bundan başka ne olabilir?

Pazartesi, Ocak 30, 2006

Alone With Everybody

the flesh covers the bone
and they put a mind
in there and
sometimes a soul,
and the women break
vases against the walls
and the men drink too
much
and nobody finds
the one
but keep looking crawling in and out
of beds.
flesh covers
the bone and the
flesh searches
for more than
flesh.

there's no chance
at all:
we are all trapped
by a singular
fate.

nobody ever finds
the one.

the city dumps fill
the junkyards fill
the madhouses fill
the hospitals fill
the graveyards fill

nothing else
fills.

Charles Bukowski

Tales of Ordinary Madness (Sıradan Delilik Hikayeleri)

Bu haftasonu bir başka Bukowski filmi daha keşvettim; “Tales of Ordinary Madness”. Tabi benim keşvimin yaklaşık yirmi yıl kadar kaybı var, ne de olsa film 1981 yapımı. Geçtiğimiz film festivalinde izlediğim “Factotum” (aşağıda bir yerlerde posteri olacaktı) ile aldığım derin darbenin hatıraları (Ki Bukowski’yi şahsen sevip okuyan birisi olarak al baştan şaşırmanın kendisi daha da şaşkınlık vericiydi) bu filmle yeniden kabardı, aktı. Factotum’un o nüktedan hali Bukowski’nin derin kederiyle başa çıkmamıza ne kadar yardım ediyorduysa bu filmde o nükteleri oldukça az görmek mümkün. Filmin daha da acılı hikayesi ile tamamiyle kocaman siyah bir keder bizi bekliyor. Yine de filmleri bu sıra ile seyretmekten memnunum çünkü Bukovski’nin hayat hikayesinin kronolojisine böylesi daha çok uyuyor. Sıradan Delilik Hikayelerinde daha ölüme yaklaşmış, hayatı daha çok anlamış bir Bukowski’den bahsetmek mümkün, bu çok da birşeyleri değiştirmese de..

Bukowski’nin hakikaten gelmiş geçmiş en büyük kahramanlardan biri olduğunu söylemekle diğerlerine haksızlık etmiş olmayız. Her dakika her yerde pompalanan “Amerikan Rüyası”na bu derece karşı durmuş ve tüm dünyaya adını duyurmuş bir kahraman daha yok. Onu Che Guevara’dan ve benzerlerinden de üstün kılan tam da bu rüyanın ortasında oturup kimsenin sahip olamayacağı bir kuvvetle içmekten ve yazmaktan başka birşey yapmamış olması belki de. Kendisine altın tabaklarla uzatılan her rüyayı al aşağı edebilme gücü pek azımızda olsa gerek. Ve herşeyi “Stille” yapmak gerekliliğine çokça inanmış, ki kastettiği stil Hemingway’in bir tüfekle beynini durvarlara uçurduğu stil. Bu yüzden çoğumuzun üzerinde Che Guevara resimli tişötler var, çünkü Bukowskiyi üzerimizde taşımak kolay değil. Güç istiyor, cesaret istiyor, “stil” istiyor..

Bir çoğu Bukowski’yi seks düşkünü bir ayyaş, evsiz olarak görmüş, görüyor. Bu insanlar ki çoğu, hayatı yapılabilecek, inşaa edilebilecek bir şey olarak gören, gül bahçesine ulaşmanın an meselesi olduğundan emin olan ve bunun aksini hatırlatan her şeyi büyük bir öfke ile bir kenara atmayı görev bilen insanlar. Oysa ki hayatı olduğu gibi görmek için derin bir ruh ve biraz da dürüstlük gerekiyor, pek fazla yok etrafta sanırım. Bukowski ise kendisini delilikten alıkoyan tek şeyin yazdığı kelimeler olduğunu söylemekten çekinmiyor. En azından ne dediğini dinlemek gerekmez mi?

“ Style... Style is the answer to everything. A fresh way to approach to a dull or dangerous thing. To do a dull thing with a style is preferable to do a dangerous thing without a style. To do a dangerous thing with a style is what I call art. Bull fight can be an art, boxing can be an art, loving can be an art, opening a can of sardines can be an art. Not many have style. Not many can keep style. I have seen dogs have more style than men, allthough not many dogs have style. Cats have it with abundance.
When Hemingway put his brains to the wall with a shotgun, that was style. Sometimes people give you style; Joan of Arc, John the Baptiste, Jesus, Socrates, Cesar. I have met men in jail with style, I have met men in style in jail than men out of jail.
Style is a difference, a way of doing, a way of being done..”



Pazartesi, Ekim 31, 2005

Galakside Havlu Ne Lazım?



Otostopçunun Galaksi Rehberi'nin faydalı olmaktan çok öte bir kitap olduğunu söylemek zorundayım. İnanılmaz bir espri anlayışı ile (ki üstruplu bir İngilizden bahsediyoruz) akla hayale gelmeyecek alet, şahıs ve hadiselerden bahsediyor kitap. O kadar yaratıcı parçaları var ki lugatınıza almaktan başka bir şansınız yok. Hadiselerin yaratcısı Douglas Adams'ın ise ne ölçüde sıyırmış bir o kadar da saygı değer olduğunu anlamak için alttaki American Atheist sitesindeki röportajına bir göz atmak yeterli.
http://www.americanatheist.org/win98-99/T2/silverman.html

Bütün bunlardan öte hakikaten Galakside havlu neden lazım olsun? Bunu, dünyanın yok olduğu ana bornoz ve terlikleriyle yakalanan (ve tabi tüm galaksiyi bu kutsal kostümle gezmek zorunda kalan) Arthur Dent'e arkadaşı büyük galaksi otostopçusu Ford Perfect şöyle açıklıyor;

"Havlu yıldızlararası seyahat eden bir otostopçunun sahip olabileceği neredeyse en işe yarar şeydir. Jaglan Beta'nın soğuk aylarında yol alırken sarınabilirsiniz; Santraginus V'nin ışıl ışıl mermer kumsallarında baş döndürücü deniz buharını içinize çekerken üzerine yatabilirsiniz; çöl dünyası Kakrafoon'un kıpkırmızı ışıldayan yıldızlarının altında onu üzerinize örtüp uyuyabilirsiniz; ağır ağır akan Moth ırmağı üzerinde seyrederken mini salınıza yelken yapabilirisiniz; yumruk yumruğa düvüşlerde kullanmak üzere ıslatabilirsiniz, zehirli gazlardan korunmak ya da Traal'ın kurt gibi acıkmış Cırtlak Canavarı'nın bakışlarından kaçmak için başınıza sarabilirsiniz; acil durumlarda havlunuzu imdat işareti olarak sallayabilirsiniz ve tabii ki hala yeterinde temiz görünüyorsa onunla kurulanabilirsiniz.
Daha da önemlisi, bir havlu büyük psikolojik değere sahiptir. Herhangi bir sebeple, şuursuz bir gezgin ( şuursuz gezgin; otostopçu olmayan) bir otostopçunun yanında havlusunun olduğunu farkederse , otomatik olarak bir diş fırçası, yüz koruyucu maske, sabun, bir kutu bisküvi, temos, pusula, harita, bir yumak ip, sivrisinek ilacı, yağmurluk, uzay giysisi vs. vs. olduğunu varsayacaktır."

Bütün bunları aslında tüm kitabın en unutulmaz kahramanı olan Marvin'den bahsetmek üzere bir giriş olarak bile görebilirsiniz. marvin; intihara meyilli depresif (çoğunlukla feci halde depresif) robot. Sonsuz zekaya sahip olan bir robot iken yaratıcıları onu "Gerçek İnsan Karakteri" ile daha mükemmel hale getireceklerine inanmışlar. Oysaki Marvin sonsuz zekasının zavallı insanlar arasınde heba olup gitmesinden muzdarip, bu kadim keder içerisinde tek görevi açılıp kapanmak olan uzay gemisi kapılarının mutluluklarına sonsuz bir kıskançlık duyuyor. Öyle kederli ki hayattan bahsedildiğinde kendini kapatıyor.

Tam da burda Bant Dergi'nin ikinci sayısındaki gelmiş geçmiş robotlara dair karşılaştırmalı chartına link vermek istiyorum ama malesef soft halini nette bulamadım. Tabii ki Marvin insan dostu olarak tasarlanmasına rağmen bu konuda oldukça alıngan olduğu için tabloda pek puan toplayamıyor ve puanlamayı r2d2 açık ara ile alıyor.
Onun yerine Otostopçunun Galaksi Rehberi filminin sayfasının linkini koyuyorum. Filmi seyretmedim ama tiplemeler de websayfası da baya başarılı görünüyor. Sayfa Marvin ile açılıyor ve karakterlerden Marvin'i seçtiğiniz zaman homurdanarak sayfası açılıyor. Bunun dışında eğlenceli oyunlara da bir bakmanızı tavsiye ederim.

hitchhikers.movies.go.com/

Cuma, Ekim 07, 2005

Open - Cure

I really don't know what I'm doing here
I really think I should've gone to bed tonight but...
"Just one drink
And there're some people to meet you
I think that you'll like them
I have to say we do
And i promise in less than than an hour we will honestly go...
Now why don't I just get you another
While you just say hello... "

Yeah just say hello...

So I'm clutching it tight
Another glass in my hand
And my mouth and the smiles
Moving up as I stand up
Too close and too wide
And the smiles are too bright
And I breathe in too deep
And my head's getting light
But the air is getting heavier and it's closer
And I'm starting to sway
And the hands all on my shoulders don't have names
And they won't go away
So here I go
Here I go again...

Falling into strangers
And it's only just eleven
And I'm staring like a child
Until someone slips me heaven
And I take it on my knees
Just like a thousand times before
And I get transfixed
That fixed
And I'm just looking at the floor
Just looking at the floor
Yeah i look at the floor...

And I'm starting to laugh
Like an animal in pain
And I've got blood on my hands
And I've got hands in my brain
And the first short retch
Leaves me gasping for more
And I stagger over screaming
On my way to the floor
And I'm back on my back
With the lights and the lies in my eyes
And the colour and the music's too loud
And my head's all the wrong size
So here I go
Here I go again...

Yeah I laugh and I jump
And I sing and I laugh
And I dance and I laugh
And I laugh and I laugh
And I can't seem to think
Where this is
Who I am
Why I'm keeping this going
Keep pouring it out
Keep pouring it down
Keeping it going
Keep pouring it down
And the way the rain comes down hard...
That's the way I feel inside...

I can't take it anymore
This it I've become
This is it like I get
When my life's going numb
I just keep moving my mouth
I just keep moving my feet
I say I'm loving you to death
Like I'm losing my breath
And all the smiles that I wear
And all the games that I play
And all the drinks that I mix
And i drink until I'm sick
And all the faces I make
And all the shapes that I throw
And alll the people I meet
And all the words that I know
Makes me sick to the heart
Oh I feel so tired...

And the way the rain comes down hard...
That's how I feel inside...

Kaos+İnsan=Sonsuzluk?

Güzel ve iyiye inanmak zorundayız. Bazen dip köşe baktıkça elimize birşeyler bulaşıp dursa da başka yolu yok. Yahut en azından bu şansı denemek için biraz daha süremiz var. Akıp giden hayatın orospularını, sarhoşlarını, seks manyaklarını, sevilmemişlerini, açlarını, yanlızlarını, nevrotiklerini sollayıp iyi birşeyler olduğuna inanmak gerek. Bunun için geriye dönmek lazımsa dönmeli. Bildiklerimizi bilmezden gelemiyoruz elbette, ama iyi bildiklerimizi hatırlayabiliriz.

İnsan evladı elbet toprak üstündeki gelmiş geçmiş en iyi adaptasyon kabiliyetine sahip yaratık. Öğrenen, kabuk bağlayan, biçim değiştiren, zekasını içgüdüsel olarak hayatta kalmak için kullanan bir varlık. Bir yandan tüm bunları yapmak onun için tüm varlıklardan daha zor, çünkü çok canlıda tanımlı olmayan değişkenleri var içinde. Kendisinin bile bilmediği, ancak karşısında çıkan olaylarla tanımlayabildiği, hemen oracıkta somutlayıp yahut kılıflar uydurup üstüste koyduğu değişkenleriyle yol almak zorunda. Üstelik de yol boyu da bunlar renk, biçim, hareket, amaç değiştirirken. Tam da bu yüzden de yine bir insan evladı olarak, büsbütün sübjektif bir şekilde hayatın insan için yaratılmış olduğuna inanmamaya imkan yok. Çünkü bu kaosun hakkını ancak insan verebilir, o anlayabilir; bunun için bunca duygu, kırılganlık, savunma mekanizmaları ile donanmış olmak gerekir. İçinden çıkılmaz hale gelmeyen bir şeyin akıp gitmesine, devam etmesine imkan yok gibi, çünkü çözülmüş olan şey bitendir, devam etmeyendir.

Bu sebeplerle insanın, kaostan varolan bir dünya düzenini devam ettirmek için ne kadar da mükemmel kurgulanmış olduğuna bakıp hayran olmamak elde değil. Bunu hep sevinçle karşılamayabiliriz. Ama sevincin olmadığı yerde bile zaten hayat devam ediyor, insan kendine bir form buluyor. Anahtarı da bütün bunların tam böyle biryerde; insanoğlu farketmeden, bilmeden yapıyor bütün bunları ve böylece sürüp gidiyor.
Bu sonsuzluk hayran olmayı haketmiyor mu?

Çarşamba, Haziran 29, 2005

Hayatımızın Öyküsü

İspanyolların gelmiş geçmiş en iyi aktörlerinden Javier Bardem geçenlerde Radikal İki'deki ropörtajında Bardem "İyi bir öykü ancak bir filmi iyi yapabilir" demiş. Gerçekten de filmlerden geriye öyküleri kalıyor. Görüntüleri yeniden yeniden hafızamızda çanlandırmak için kopyalarını saklıyoruz, saklamak zorunda kalıyoruz, ama bazı öyküler var ki onlardan sonra hayatlarımız asla aynı görünmüyor. Ki çoğumuz öyküsüz hayatlar yaşıyoruz. Bu sebeple belki de bu kadar düşkünüz filmlere, hayatlarımızda olmayan öyküleri istiyoruz.
Sizin hayatınızın öyküsü ne?

Salı, Ocak 11, 2005

Nina Simone



Luc Besson’un Nikita’sının Amerikan versiyonu “Point of No Return- Dönüşü olmayan Yer”de Bridget Fonda suçlu ilan edilip idam yerine kendini bir ölüm makinası olmak üzere yetiştirileceği gizli üste ve hücresinde bulduğunda kendini esir tutan ajandan tek bir şey ister; "Bana Nina Simone Getirin!".

Oysa elbet Nina daha bu film çevrilmeden yıllar ve de yıllar önce tarihteki yerini çoktan almıştı. O yer ki isyanla, özgürlük tutkusuyla, hayatta öylesine yaşayıp gitmeyen teslim olmayan ne varsa hepsine denk bir yerdi. Nina Simone tutsak olunan duvarlar boyanırken ya da hemen her zamanki kaçış planları zihinde uçuşurken dinlenmesi lazım gelen birşeydi. Yıkıp yeniden yapmanın "desduru"ydu küllü sesi. Öyleki o en sıradan Frank Sinatra’lı Gene Kelly’li filmlerin mutluluk şarkılarını bile söylediğinde bir devrim başlatılabilirdi. O sebeple ki birşeylere başlarken illa ki Nina Simone dinlemek lazımdır.

O sevince de başka türlü sever. Aldatıp yine de kendisine gelen sevgilisine ‘Sus şimdi açıklama, sen benim acımsın, mutluluğumsun, bırak olduğu gibi, dağınık kalsın’ diyebilir. Öyleki sesinde her keyfin içinde keder, kederin içinde keyif olduğunu bilmiş, öğrenmiş, en büyük acılardan geçip ayakta kalmış insan kuvveti bulunur. Bir de elbet o dürüstlüğü ve asla taviz vermediği kendine sadakati.. Bütün bunlar yüzünden belki "Gold" albümünün kapağında siyah bir kedi Nina'yı anlatır.



Bu sebepler ve daha da fazlası yüzünden, belki bir sabah kahvesine onunla başladığımızda faturaları, mailleri, gündelik işlerden ne varsa işte hepsini kılıcın ucuyla mücadeleye hazır yumruklarımızla yapıyormuşuz gibi geliverir. Ah bir de bu yüzyılda, burada, almak için özgürlüğümüzü bahşettiğimiz pahalı ayakkabıların içinde, yüzde yüz huzur garantili oturma grupları üzerinde oturmasaydık, devrim başlatacaktık, ama değiliz. . Belki de gün gelir herşeyi bırakıp daha manidar bişeylere başlayacak güce ihtiyacımız olur, işte o zaman yüzümüzü kapıya dönerken kanda biraz Nina Simon dolaşması lazım gelir.