

Yıllara meydan okuyabilen tüm ustalar gibi Cronenberg de hayattaki duruşu ve korkuları biçimlendikçe üretmeye ve bunları ürettiklerine yansıtmaya gayret etti. Rotasını yavaş yavaş başka alemlere çeviriyor olduğunu izleyicisine Spider ile ilan etti. Yine bir hastalıkla fakat bu sefer zihinsel bir hastalıkla, şizofreni ile mücadele eden filmin kahramanını ilk kez bedeni değil kontrol edemediği ve bir türlü güvenemediği zihni ikilemde bırakıyordu. Yani artık hiçbir yer güvenli değildi. Spider ile şaşkınlığa uğrayan Cronenberg izleyicisi de artık ikiye ayrılmıştı; bu yeni halinden hoşlanan ve devamını merak edenlerle, mütemadiyen her yeni filmde eski tadı arayıp hayıflananlar. Tüm bunlara cevap olarak da A History of Violance geldi. Hele bir de Türkçeye “Şiddetin Tarihçesi” olarak da çevrilince iyiden iyiye izleyicide başka türlü beklentiler yaratan filmde Cronenberg aslında şiddetin hayatla ve huzurla bütünleşik, ayrılamayan hallerini anlatıyordu. Şiddet dolu geçmişi emek emek yarattığı huzurlu hayatının ve maskelerinin peşini bırakmayınca, esaslı iki cinayet işleyen bir aile babası, bir yandan medya vasıtasıyla kahramanlaşırken bir yandan da hayatına aniden düşen bu meseleyi ailesine izah etmeye çalışıyordu. Bu orta sınıf Amerikalı aslında belki tam da Amerika’nın kendisini temsil ediyordu. Resim gibi çizilmiş, huzurlu bir hayata dair vatana millete hayırlı bir vatandaş nasıl karanlık geçmişinden kurtulamıyorsa, Amerika da işlediği cinayetlerin hayaletlerinden medyanın şişirmesi ile ya da nefsi müdafaa vesveseleriyle kurtulamıyor belki de. Ne de olsa eller kana bulandı mı, yıkamakla geçmiyor.
Anlaşılan o ki artık Cronenberg için en büyük korku insanın en güzel, huzurlu haliyle biçimlendirmeye çalıştığı hayatına aniden düşen karanlık haller. İşte Eastern Promises’da da belki bunu daha net bir şekilde anlatmaya çalışıyor. Sıradan sakin hayatını yaşarken bir gece ansızın acile gelip ellerinde kaybettiği bir hastasının günlüğü ile hayatı değişen bir doktor var bu kez. Bu günlük, aynı hayatın en karanlık yerlerine açılıyor; Rus mafyasına, zorlanan fahişeliğe, uyuşturucuya, kimsesiz doğan bir çocuğa…Viggo Mortensen yine bu filmde de ikiliklerle dolu bir karakterle başrolde. Cornenberg’in Mortensen üzerindeki ısrarını anlamamak mümkün değil tabi, ifadesinde hep bir gizlilik, sinsilik var. Filmin içinde aniden değişen hallerle iyiyi de kötüyü de oynasa hep o ruh haline ait değilmiş gibi hissediyor insan. Hitchcock filmleri gibi bir nevi, arkadaki hikayeyi merak ediyoruz o kadraja girdikçe. Bu filmdeki dualiteler de yine sayısız; iyi-kötü, heteroseksüel-homoseksüel, legal-illegal, doğum-ölüm gibi. Mortensen işlerin içine daha da girdikçe neyi seçecek diye merakla bekliyoruz, dahası pek de seçmiyor gibi. Durum neyi gerektirirse o an için aklına yatanı yapıyor, sanki herkesin gönlünü bir şekilde alıyor. Bir yandan filmde Hollywood filmlerinde pek rastlanmayan Türkçe replikleri duydukça da gerçekliğimiz karışıyor doğrusu, ama elbette mafya filmi olup içinde Türk olmaması anlaşılan Cronenberg için bile olası değil. Ayrıca “iş hamamda konuşulur” efsanesinin bir mafya geleneği olduğunu biliyorduk ama Rus mafyası geleneği olduğunu da bu filmle öğrendik çok şükür. Mesele vücuttaki dövmeleri görmekmiş, çünkü Rus mafyası mensupları secerelerini bedenlerine döküyorlarmış, haliyle bir işe girmeden karşıdaki kimdir, nedir anlamak için epey kısa bir yol. Cronenberg her ne kadar korkuları işleme biçimini, filmlerinin yapısını, hayata bakışını epeyce değiştirmişse de asla vazgeçemediği tek şey filmlerini açık sonla bitirmesi gibi görünüyor. Biteviye sorgulama hali yani, yaşam gibi, hep devam.
